Sayfalar

Cuma, Aralık 19, 2008

Taksim Maksemi


Taksim Meydanının İstiklal girişinde hemen sağda eski bir bina vardır. Bilenler bilir, burası, zamanında o bölgeye su dağıtımının sağlandığı Taksim Maksemi'dir.
Üzerinde çok güzel iki tane de kuşevi bulunmaktadır.
Uzun süredir herhangi bir işlevi olmayan maksem Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi'ne dönüştürülmüş.
Belediyenin yaptığı bu yeni hizmetin hemen akabinde Sine-i Millet adı altında Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Seçim'i konu alan bir de sergi düzenleniyor.
20 Aralık-30 Ocak tarihleri arasında görülebilir.
Müzenin ziyaret saatleri de oldukça iyi:
10:00-22:00 saatleri arası.

Pazar, Kasım 09, 2008

bir melek gördüm sanki..

"Fotoğrafçı olunmaz, fotoğrafçı doğulur.." diye bir cümle kurarsak, sanırım teknik anlamda yanlış bir ifade kullanmış oluruz. Nitekim fotoğrafçılık pek çok teknikleri ve disipliniyle belli bir formasyonu muciptir ki "bas çek" yorumunun çokça kurbanı olmuştur.
Fakat sayın sevgili Züleyha Sarı nam-ı diğer Hepatit Ze, mini biyografisinde de bahsi geçtiği üzere (bkz. zuleyhasari.com ), tabir-i caizse fotoğrafçı doğmuş diyebiliriz.
Mum dibine ışık vermezmiş ama, teknolojinin geliştiği bir çağda bunun sorun olmadığının en güzel ispatıdır kendisi.
Genç fotoğrafçının ilk sergisinin çok güzel de bir ismi var:
"iyi bir fotoğraf omzun üstünden meleği göstermelidir.."


7 Kasım'da açılan sergiyi gezdiğimde ben o meleği gördüğümü söyleyebilirim.. Siz de görmek isterseniz İstiklal caddesinde Odakule'nin hemen yanında bulunan BSF AKademi'ye uğrayın.
Sergi 15 Kasım'a kadar devam edecek. Acele etmenizde fayda var derim.
Vesileyle kendisini bir kez daha tebrik ediyorum.
Çok çok daha büyük organizasyonlarda kuru pastalarını yemek dileğiyle..

hamiş: sitesi de pek şık olmuş.. :)

Sergiden kareler:

Cuma, Ekim 17, 2008

İstanbul'un Semtleri- Samatya

Daha önce İstanbul'un semt isimlerinin nereden geldiğini anlatan kısa yazılar yazacağımı belirtmiştim.
Bu ön hatırlatmadan sonra gelelim Samatya ismine:

Samatya'nın Bizans zamanındaki ismi Psamathia idi. Psamathia, kum veya kumsal demektir. Sahile yığılan kumlardan dolayı bu ismi almıştı. Hatta Kumkapı da dendiği oluyordu.
İsim zamanla Samatya halini almıştır.
Burası aynı zamanda İstanbul'un kapılarından biriydi.
Şehrin en eski yerleşim yerlerinden biri olarak gezilmeye değer olduğunu düşünüyorum.
Bilhassa fotoğrafçılar iyi bilirler...

Cumartesi, Eylül 13, 2008

Şem'ine pervâne olur şeş cihât*

aşk odu ile gönlü herc ü merc olan ateş-didelere..


Terci-i Bend

Ey ruh-ı pâkinde iyan nûr-i zât

Sînesi âyîney-i vech-i sıfât


Pertevi hüsnünde nümâyan temâm

Sırr-ı Hudâ mâ hasal-ı kâinat


Sen urıcak vakt-i semâ' içre çerh

Şem'ine pervâne olur şeş cihât

Şevk ile can tazelenir ben desem
Nutk-ı safâ-bahşına rûh'ul-hayât


Pertev-i envârı cemâlin senin

Aşk ile verdi dü cihâna sebat

Doldu tecellî-i Hüdâ'dan sivâ

Şems-i muhabbet edicek iltifât

Yandı o âteşle dil ü canımız

İtti cemâlin velî keşf-i simât

Âh mine'l ışkı ve hâlâtihî

Ahraka kalbî bi harârâtihî


Görmeği istersen eğer mahşeri

Çerhte seyreyle o meh-peykeri


Aşk ile galtîde olup mihr-veş
Salmada âlemlere nûr u feri


Şeyh Gâlib


Şerh-i Mihman

Ey sevgili. Senin ruhun öylesine temiz ve paktır ki Mevla’nın zat nuru sende aşikar olur ve Ey sevgili, senin sinen öyle parlak bir aynadır ki yaradanın bütün sıfatları oradan görülür.
Güzelliğinin ışığında Hüdâ’nın sırrı, kâinatın bütün hasletleri apaçık mevcuttur.
Sen, ne vakit ki semâya durursun, altı cihet de senin ışığına (mumuna) pervane olur.
O neşe bahşeden sözüne, hayatımın ruhu desem, cânım arzu ile tazelenir.
Güzel yüzünün ışığı, cemalinin nuru, aşk ile iki cihanı sebat etmiştir ve iki cihan varlığını o ışığın aşkıyla devam ettirmektedir.
Muhabbetin güneşi doğunca, Hüdâ’dan gayrı ne var ise, o ışığın iltifatıyla aydınlanır.
O öyle bir güneşti ki ateşiyle cânım yandı, kalbim yandı. Sonra ol sevgiliden gayrı ben kalmayınca, ondaki güzelliğin bütün alametleri aralandı, keşfeyledim ol cemali. Zira cismaniyat yok olunca, kalktı aradaki bütün hal perdeleri.
Ah aşk! Ah aşkın hallerinden. Hararetiyle yaktı kalbimi.
Eğer ki mahşer yerini görmeyi murat edersen, ol ay yüzlünün semaını seyret.
O ki ay gibi dönerek aşkıle, alemlere nurunu ve ışığını salmakta..

(*) altı cihet de senin mumuna pervane olur.

Çarşamba, Eylül 10, 2008

Safranlı Aşım Tasasız Başım


Şehr-i Ramazan gelir de yemekten konu açılmaz mı..
Osmanlı geleneğinde Yeniçeriye her üç ayda bir ulufe dağıtılırken pilav ve zerde verilmesi adettendi. Matbah-ı Amire yani saray mutfağının aşçı yamakları meydana her bölüğün yemeğini dizer, ismi çağırılan bölük büyük bir coşku ve heyecanla aşlarını kapışırlardı. Bu aslında bir nevi padişaha teşekkür için yapılan mutad nümayişlerdendi.
Ayrıca zerde, şenlik günlerinin, bayram meclislerinin vazgeçilmez tatlılarındandı.
Pirinç, gülsuyu ve safrandan yapılan bu tatlıyla ilgili asırlar önce keşfedilmiş bir özellik vardı: Safranın mutluluk verici, rahatlatıcı etkisi.
Bugün bile yapılan araştırmalara göre safran beyinde serotonin düzeyini etkilemekte ve depresyon tedavisinde kullanılmakta.
Böylece geçmişte, kalabalık ve dolayısıyla hır gür çıkma ihtimalinin yüksek olduğu günlerde, insanlara zerde ikram ederek küçük ve hoş bir önlem alınıyordu.

hamiş 1: Zerdeyi severim. Hoş ve hafif bir tatlıdır. Tarifini vermek isterdim. Ama inanın ki nasıl yapıldığını bilmiyorum. Aramaya inandığınızı düşünerekten gugıl amcaya selamlarımı iletiyorum.
hamiş 2: Minyatür III. Ahmet'in şehzadelerinin 15 gün süren sünnet şenliklerini konu alan Surname-i Vehbi'den. Şair Vehbi tarafından yazılıp, ünlü nakkaş Levni'nin mahir elleriyle minyatürleri yapılmış.
Görüldüğü üzere şenliklerde Yeniçeriye pilav ikramı ve onların bunu coşkuyla kapışları tasvir edilmekte.
hamiş 3: Yoğun sarı bir rengi olan safran, çok pahalı bir baharat. Osmanlı'da bolca tüketilmekteymiş. Gürcü mutfağında da yemeklere renk katmak için kullanılır. Hatta yine düğün yemeklerinden birine katılıyor diye hatırlıyorum. Gürcü evlerinin bahçesinde muhakkak safran çiçeği dikilidir. Mevsimi gelince kurutulup toz haline getirilir. Gürcülerin yoğunlukta olduğu bölgelerdeki hırsızlar eve giriyorlarsa akıllarına şaşarım doğrusu.. :)

Cuma, Eylül 05, 2008

Semazenler ya da Müteharrik* Ölüler





*hareket eden

Efendim acep çok mu ağır bir başlık attım diye düşünmekle birlikte kendimi bundan alamadığımı da eklemek isterim.
Galata Mevlevihanesi İstanbul'un en kadim mevlevihanesi olmasının yanı sıra Haleti Efendi, Şeyh Galib gibi pek çok güzide Mevlevî'nin gelip geçtiği ve defnedildiği bir mekandır.
Burada müze hizmetinin yanı sıra, her ayın ilk ve son cumartesi Sema ayini de yapılmakta.
Bilgi edinmek isteyenler şuraya bakabilirler.
Ayrıca yine burada dernekleşip faaliyetlerini sürdüren MEKDER bünyesinde sema gösterileri düzenlenmekte imiş.
Muammer Karaca Sahnesinde vuku bulan bu gösterilerin bir tanesine katılmak bize de nasip oldu.
Ve lakin "gitmez olaydım, görmez olaydım" intibaıyla çıktık salondan.
Ruhsuz, meraklılarınca malum riteüllerinden uzak, hatta bir miktar şaşkınlığı muhtevi ve ol sebeple komik bir "gösteri" idi.
Ayin demek isterdim elbet. Mamafih "marifet iltifata tabidir." hükmünce pek mültefit olamayacağım..
Salondaki teşrifatçıların çoğu turistti ve bu ayin havasından uzak gösteri karşısında patırdayan flaşların cezbesiyle ben de birkaç fotoğraf çektim.
Siz siz olun, bu yazılanları kulağınıza küpe edinin..
Ama çok istiyorsanız bilet fiyatları 30 ytl. Öğrenci indirimi yok mu diye sorarsanız, öğrenci kimliği istenmeksizin 20 ytl'ye girebiliyorsunuz. Yani tam bir ticaret mevzubahis.

Meraklısına (!)...

Magic Of The Evening - Ömer Faruk Tekbilek

Hamiş: Fotoğraflara bakıp aldanmayın sakın. Sema, giyim ve hareket şekli itibariyle estetik bir varoluşa sahip. Arkaplan da siyah olunca, nasıl çekerseniz çekin mistik bir etki oluşabiliyor. :)

Perşembe, Ağustos 28, 2008

Altın Eller Geleneksel Türk El Sanatları ve Yerel Tatlar Festivali


Pazar günü gezimizin finali Taksim Meydanı'ydı. Gezi Parkı'nda bir festival olduğunu öğrendik ve gezmeye karar verdik. Kültür Bakanlığı tarafından 6.sı düzenlenen bu etkinlikte bir çok şehrimizin yerel tatları ve el sanatları sergilenmekte ve hatta bizzat orada yapılmaktaydı.
Gözlemeler, börekler, tatlılar, kurutulmuş yiyecekler.
Diğer taraftan baston, tesbih, çeyizlik eşya, tezhip, hat, ebru, minyatür, kaatı, çini, halı, kilim.. Aklınıza gelecek ve gelmeyecek pek çok güzellik.
Ayrıca fotoğraf sanatçısı Erdal Yazıcı'ya ait de bir stand vardı. Burada göremeyenler en azından sitesinden fotoğraflarına bakabilir.
Tarhana almak için uğradığımız stanttaki amcanın sözü çok hoşuma gitti doğrusu:
"Kola içmeyin, tarhana için.."
Oldukça güzel ve iddiasında haklı bir söz. Tarhanayı kışın bolca tüketmek gerekiyor. Açıkçası benim için de üç dört senelik bir keşif.
Orada bize, etkinliğin Ramazan sonuna kadar devam edeceklerini söylediler, fakat sanırım yanlış anlaşılma oldu. Maalesef 20-29 Ağustos tarihleri arasındaymış. Eh ben de biraz geç haber vermiş oldum sanırım. Zira görülmesi, gezilmesi gereken bir festivaldi.
Artık gözümüz açık olur, önümüzdeki seneye ölmez de sağ kalırsak önceden haber veririz.
Festival ayrıntıları için buraya bakabilirsiniz.

Pazartesi, Ağustos 25, 2008

Bir İstanbul Pazar Gezisi

Rize'den gelen sevgili dostum Kaknüs ve İstanbul'un yeni yerlisi Ahfa hanımlar ile oldukça keyifli bir Pazar günü geçirdik. Selime'nin güzel yeğeni Nihan'ı da unutmuyorum elbette. :)
Gün içinde gördüğümüz, yaşadığımız şeyleri ana hatlarıyla paylaşacağım. Bbir kısmını ayrı yazılar halinde ayrıntılamak istiyorum.
Öncelikle Boğaz turuna çıkacaktık, fakat sonra fikrimizi değiştirdik.
Plan yapmak için Yenicami'nin hemen yanındaki Saray Muhallebicisi'ne gittik.
Eminönü'nde hem yiyip içebileceğiniz hem de oturup sohbet e debileceğiniz güzel ve temiz bir mekan burası. Genellikle göz önünde olduğu halde gözden kaçan bir yer olduğunu da eklemeden edemeyeceğim.
Haftaiçleri var mı bilmiyorum ama, haftasonları açık büfesi de var. (fiyatı 9 ytl)
Buranın su muhallebisi meşhurdur, ama biz aşuresini de tavsiye ediyoruz.
Fakat servislerinden pek memnun kalmadık. Bunu çıkmadan belirttik, umarım ki bir faydası olmuştur. :)
Ne zaman Eminönü'nden Beyoğlu'na gidecek olsam, önce Galata köprüsünden yüreyerek geçip, Karaköy tünelden tramvayı kullanmak hoşuma gitmiştir. Adeta bir zaman tünelinden geçiyormuşum havası verir bu bana. Biz de öyle yaptık.
Durağımız Galata Mevlevihanesi idi.
Tarihi yerleri gezmeye sevenlere burayı görmelerini tavsiye ediyorum. Fakat biz o gün gezemedik. Zira tam gittiğimizde Muammer Karaca tiyatrosunda başlamak üzere olan bir Sema gösterisi vardı. İstikametizi o yöne çevirdik. Bunu ayrı bir yazıyla anlatmak istiyorum.
Gösteriden sonra bir şeyler içmek için Özsüt'e gittik. Bu konuyu özellikle açtım. Belki birileri görür de bilgi verir diye.
Efendim mevzu şu:
Özsüt'ün çok güzel mamülleri bulunmakta. Ancak ne var ki hepimizin bildiği üzere çoğu büyük pastane pastalarına içki katmakta.
Daha önce Fatih Özsüt'teki yetkililere içki kullanıp kullanmadıklarını soruduğumda: "Sadece burada kullanılmıyor." cevabını verdiler. Demek ki diğerlerinde var.
Ancak Sultanahmet Özsüt'te sordum: "Burada da kullanmıyoruz." dediler.
En son bir kaç ay evvel söylediklerine göreyse, Özsüt hiç bir mamülünde içki kullanmama kararı almış. E o zaman önceden hepsinde var mıydı?
Şimdi biz neye inanmalıyız. Bize kim doğrusunu anlatacak.
İçki içenlere ya da orada içki kullanılmasına karşı değiliz. Lakin takdir edilmeli ki içki içmeyen insanlar olarak da bu pastaları yiyemeyiz.
Hasılı her zaman olduğu gibi sıkça gittiğimiz bir yer olmasına rağmen Özsüt'te pasta dışında şeyler yemeyi tercih ettik.
Bilen biri varsa açıklasın.
Ya da burdan Özsüt yetkililerine sesleniyorum: Nedir bu işin aslı?
Devam edelim..
Taksim Meydanı'na geldiğimizde güzel bir sergiyle karşılaştık. Bu sergiyi de bilahare kısa bir yazıyla anlatmak istiyorum.
Sevgili dostlarıma bu güzel gün için teşekkürler ediyorum..

Cuma, Ağustos 22, 2008

Mahmure neden Cumba'da otururdu?

-Türk evleri neden cumbalı olurdu?-

Bu şehr-i İstanbul ki

Eskiden şehirler surlarla çevrili olduğundan evlerin imarı için kısıtlı bir alan bulunmaktaydı ve sokakların belli bir genişliğinin olması gerekirdi.
Ayrıca yine eskiden yollar, bir at arabasının veya yayanın yüreyeceği şekilde yapıldığı için, bugün bile buralarda sokakların darlığından şikayet eder dururuz. Kadim şehirlerin ortak sorunu..
Bu bilgilerden hareketle İstanbul'un "suriçi" olarak nitelendirilen Fatih ve Eminönü semtlerinde neden cumbalı evlerin tercih edildiğini anlıyoruz olsagerek.
Kısıtlı olan bir alanda zemin katı daha dar olan evlerin ikinci katları cumba, çıkma ve köşklük denilen çıkıntılar sayesinde genişletilirdi. Böylelikle hem odalar büyür, hem de sokak için gerekli alan işgal edilmezdi. Yine bu çıkıntılar sayesinde nemli olan zemin ve temel, yağmur kar gibi etkenlerden korunuyordu. Her kat, bir alt kat duvalarının muhafızıydı.
Cumba sayesinde, pek çok pencereleri olan üst katlar, içeri giren aşırı güneşten de korunuyordu.
Yine cumbalardan ötürü evlerin üst kısmı birbirine iyice yaklaştığından sıcak ve soğuk muhafazası da artmaktaydı. Bazan karşılıklı iki evin cumbaları birbirine o kadar yakın olurdu ki iki komşu birbirlerinin ellerini rahatça tutabilirlerdi. Eskiden komşu ilişkilerinin neden o kadar sıkı fıkı olduğuna şaşmamak gerek aslında.
Bir diğer husus ise, cumbaların bugünki balkon vazifesini görmesiydi. Fakat ev mahrem olduğundan buna örtülmüş balkon diyebiliriz. Ben dışarıyı göreyim, ama dışardakiler beni görmesin..
Ev sakinleri, rutubetli olan alt katta oturmak yerine, üst katı tercih etmekteydi.
Bizim Mahmure, sokağı ve yan komşuyu daha iyi görebildiği, ışığın en güzel olduğu cumbada değil de koskoca sofanın orta yerinde oturacak değildi ya.
Hem belki sokaktan hoş bir beyzade geçer ve eliyle işlediği oyalı mendilini usulca sokağa atabilirdi..

Hamiş: Müslim ve gayr-ı müslim evleri bu balkon veya cumbadan tefrik edilebilirdi. Çünkü gayrımüslimler genellikle balkonu tercih etmiştir. Müslüman evlerinde balkon tercihi, 19. yüzyılın sonu 20. yy.ın başlarındadır.

Perşembe, Temmuz 24, 2008

talih


açılır bahtımız bir gün hep battıkça batmaz ya
sebepler halk eder Halik kerem babın kapatmaz ya
E. İ. H.

Salı, Haziran 10, 2008

Küllerinden doğmak yeniden

Doğduğu andan itibaren biriktirmeye başlıyor insan unuttuklarını. Unuttuklarını diyorum, zira aslında insanın kendi, bütün ilimlerin, ilimlerin içinde bulunduğu alemlerin ta kendisidir.
"Hafıza-yı beşer nisyan ile maluldür" demiş eskiler. Hatırladıkça tekrar unuttuklarımız var. Bir de bir türlü hatırlayamadıklarımız. Hatta bir türlü unutamadıklarımız.
Bunlara araç olacak pek çok faktör var psikososyal tanımlamalarla: Aile, çevre, kalıtım, eğitim..
Kimisi bilinaltı-bilinçüstü-bilinç diyor.
Sosyoekonomik çıkarımlar yapmak da mümkün..
Her halukarda kendi denklemlerimizi kuruyoruz ve yaşadıklarımız, yaşayacaklarımıza etki ediyor. Hatta bazan yaşa/ya/madıklarımız da.. Sağdan soldan, ordan burdan, içerden dışardan, kendimizi kuşatıyoruz. Nefes alamadığımız demler oluyor, kendimiz alemler kadarken.
Öyle anlar geliyor ki yaşanmışlıkların ağırlıkları taptaze hatalara sebep oluyor. Derken başka hatalara.. Korkularımızı hep yanlış limanlara demirliyoruz..
Yetmiyormuş gibi üstüne bir yük daha ekleyip ırgatlığını yapıyoruz mazinin.
..
Çok eski zamanların birinde Kaknüs isimli bir kuş yaşardı. Upuzun gagasından giren rüzgar 360 tane delikten değişik seslerle çıkar ve etrafa hoş nameler yayardı. Bu nameleri duyan kuşlar, mest olup Kaknüs'ün yanına uçarlardı. Kaknüs ise bu cazibeye koşan kuşları yiyerek sürdürürdü hayatını. Tam bir yılı böyle geçerdi. Sonra etraftan çalı çırpı toplar, üstüne kurulur ve en güzel şarkısının vecdiyle çırptığı kanatları otları tutuştururdu. Alevler içinde kalan Kaknüs küle döndüğünde, o küllerden bir yumurta çıkardı ortaya ve o yumurtadan bir yavru. Böylece kendi küllerinden her sene yeniden doğardı Kaknüs.
..
Bazan bütün o mazinin ağırlıklarını sıyırıp omuzlarımızdan, hatalarımızı, pişmanlıklarımızı, korkularımızı yakıp, kendi küllerimizden doğabilmemiz gerekir.
Belki biraz acır. Ama acı, hastalığa en güzel tepkisidir vücudun..

Perşembe, Haziran 05, 2008

Gökten Bir Sitare Kaydı..

Pek çoğumuz "Türkiyem" türküsünü biliriz.
Baş koymuşum Türkiyemin yoluna..
diye başlar. Fakat güftekarının Dilaver Cebeci olduğunu çok da bilen olmaz.
Dilaver Cebeci'yi Sitare isimli şiiriyle tanıdım önce. Türkiyem şiirinin ona ait olduğunu daha sonra öğrenmiştim.
Bugün aklıma nerden estiyse yeniden okuyayım dedim:
..
Gözlerine baktığım zaman Sitare
Bütün çöllere ay doğuyor
Yoldaş ediyorum kendime İmrül Kays’ı Antere’yi A’şa’yı
En kuytu vahaları dolaşıyorum
Hangi vahaya gitsem çadırlar sökülmüş Sitare
Çadırla su arasında bir cılga var
O cılgada narin ayak izlerin var
Durgun suya düşüp kalmış gözlerin var

...

Sonra birden şiirle ilgili bir yorum takılıverdi gözüme: "Kalbin nur, mekanın cennet olsun."
Senelerdir hastaydı Cebeci. Google amca imdada yetişti. Bir gazeteden öğrendim haberi: "..'Türkiyem'in şairi Dilaver Cebeci vefat etti .." 28 Mayıs 2008.
1 hafta önce.

Ve şair diyor ki şiirinin bir yerinde:
Güçlü ol ey kalbim güçlü ol
daha yapacak işimiz var.

Umarım yetmiştir kalbi yapacaklarına. Mekanı cennet olsun.

Cumartesi, Nisan 05, 2008

severim yaradılanı yaradandan ötürü...

Girizgah cümlesinden sonra..

Sevgili Bahar, biliyorum çok geç oldu. Ama inan aklımın bir köşesindeydi..

severim... son iki senedir bu sevilenlerin başına yeğenimle geçirdiğim her türlü zaman ve faaliyet, hatta sadece hatırlama bile dahil olmuş durumda. Mevlam olmayanlara da nasip etsin.

severim... eski kitapları. onların tozunu (alerjim olmasına rağmen), küfünü. üzerine nakşedilmiş yazıları, notları. beni bir kütüphane bahçesine gömün diye vasiyet ederdim de pek mümkün olacağını sanmıyorum.

severim... fotoğraf çekmeyi...

Salı, Nisan 01, 2008

ya fotograf/çı/lar olmasaydı

fotograf alıntıdır.

Bugünlerde 1860'lara ait bazı mektupları çeviriyorum.
Evinden çok uzak bir ilde (o zamanın şartlarıyla uzak) görev yapan bir memurla hanımı arasındaki yazışmalar. Kadın hep sitemkar, adam hep sabırlı. İskender Pala'nın çok hoşuma giden bir sözü vardır: "İnsanlar değil, kıyafetler değişir." Sorunlar aynı. Tepkiler aynı.. Yani ki insana dair herşey aynı.
Dikkatimi çeken, içimi burkan bir şey okudum bu yazılarda. Hanımı mektupla birlikte küçük oğulları Ali Sedad'ın tasvirini gönderiyor. Memur buna o kadar çok sevinmiş ki "..gah cebimde taşıyor, gah öpüp karşımda tutuyorum..." diye cevap yazmış.
Fotoğraf denen nesnenin henüz adı sanı bilinmez. 15 günde 1 ayda bir gelen mektuplar tek haberleşme aracı.
Gurbet çeken için mektup bile büyük nimettir elbet.
Fakat galiba biz bu kadar kitle iletişim araçları içinde bile birbirimizi arayıp sormaz olduk. Buna mukabil telefonumuz şebeke dışı kalsa sinirleniyoruz.
Ne diyordum, iyi ki icat edildi fotoğraf.

Bir de bugün arkadaşım bir şiir gönderdi. Özellikle son mısraı çok hoşuma gitti. Şöyle ki:

Foto Ali

bir vesikalık kestim aynanın içinden
pazar ola ey çünkü ben
yana yatmayan saçları gibi bir insanın
hep şuna inandım,
geciken bir mektup, düşünün sevgilinizden
işte o mektup benim, siz karşımda gülerken
üzüntümdür yüzünüzde patlayan
foto ali ben
falso alırken her şey hayatın karşısında
çoğaltırım sizi hiç üşenmeden.

İbrahim Tenekeci

İyi ki var fotoğrafçılar.

Pazartesi, Mart 10, 2008

Zarafet ve Merhamet Abideleri SERÇE SARAYLAR*


Kuşları sadece, “İstanbul’da yaşayan bir hayvan cinsi” olarak tanımlamak, hem bu şehri güzel yapan unsurlardan birinin zayıf tarifi, hem de onlara yüklenen pek çok anlamın da eksik bırakılması demek olur. Hangimiz Yenicami denilince güvercinlerin olmadığı bir manzarayı veya vapur denilince martıları düşünmeden edebilir ki. İçimizden birilerinin balkonuna, pencere kıyısına yuva yapmış kumrular vardır muhakkak.

Kuşlara duyduğumuz bu ilgi ve sevgi çok eski zamanlardan başlamaktadır. Oğuz destanlarına göre her boyun bir kuş sembolü vardı. Boyların bu hayvanlardan türediğine inanılır ve kutsal sayılan bu kuşlar yenmezdi. Her birinin tasvirinden yapılmış armalara ise Ongun ismi verilmekteydi.[1] Türk destan ve masallarının pek çoğunda kuş şekline bürünmek “kuş donuna girmek” olarak tabir edilmiştir. Şaman inancına göre iyilik yapan insanlar kuşlaşır ve uçabilirlerdi. Bu yüzden Türkler’e ait mitolojik resimlerde Şamanlar kuş şeklinde veya kuş maskesiyle tasvir edilmektedir. Yani uçmak, ancak ulvi ve erdemli davranışlar neticesinde elde edilebilen bir şeydi ve kuşlar uçabilen canlılardı.

Hümâ, Simurg, Anka gibi efsanevî kuşlar da edebiyatımızda yer almış ve günümüze kadar akseden bu inançlar tabirlere konu olmuş, talihli bir olayla karşılaşanın başına devlet kuşu konmuştur.

Türklerin kuşlara olan bu yakın ilgisi ve onlara atfedilen kutsiyet İslam’la devam etmiştir. Sevr mağarasında Peygamberimiz ve sâdık arkadaşının bulunmalarına mani olan hayvanlardan biri güvercindir. Onun akrabası kumru, her nefeste “Hu hu!” diye Allah’ı zikreder. Bülbül İbrahim Aleyhisselam için kendini ateşe atmıştır. İşte bu yüzden öldürülmeleri, etlerinin yenmesi günah sayılmış, yuvalarının bozulması hoş karşılanmamıştır. Türkiye’ye gelen yabancı seyyahlar yazdıkları mektup veya seyahatnamelerde Türklerin kuş sevgisinden bahseder. Parisli seyyah Thevenot seyahatnamesinde: “..Onların iyilikseverliği hayvanlara ve bu arada kuşlara kadar ulaşır; her gün birçok kimse pazarlara kuş satın almaya gider ve bunları serbest bırakırlar. Söylediklerine göre kuşların ruhları, kıyamet gününde Tanrı huzurunda onların iyiliklerine şahitlik edeceklerdir.”[2] demektedir.

İnsanî değerler ve merhametin sadece insanlığa has bir imtiyaz değil, bütün yaratılmışlara gösterilmesi gereken bir haslet olduğunun Türkler tarafından nasıl kavrandığını tarihteki hayvan hastaneleri, vakıflar, mezartaşı ve sebillerdeki suluklar ve nihayet kuşevleriyle görmek mümkündür.

Merhamet, zarafet ve kutsiyetin abideleri olarak kuşevleri, hem mimarî vasıfları hem de fonksiyonları açısından birer şaheserdirler. Mazisi 13.-14. yüzyıllara kadar dayandırılabilecek bu yapılar, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Van’dan Kavala Selanik ve Girokastra’ya kadar uzanan topraklarda çeşitli şekillerde sergilenmiştir.[3]

Serçe, güvercin, saka, kırlangıç, leylek, kumru gibi kuşların barınabilmesi amacıyla yapılmış bu küçük mimari yapılar, adeta bir maket biçiminde olup “kuş köşkü, güvercinlik, serçesaray, güvercinsarayı” gibi çeşitli isimlerle anılmaktaydı.

Kuşevlerini iki sınıfa ayırabiliriz: İlki taş veya almaşık duvar etine oyulan yuvalar ve odacıklar veya tuğlaları çeşitli yönlere oturtarak yapılmış hücreler şeklindedir. Küçük kemerlerle girişi sağlanan gözleri vardır.[4] Bunlar dışardan bakıldığında sıradan bir oyuk veya delikten ibaret görünür. Topkapı Sarayı avlu duvarı, Atik Ali Paşa, Süleymaniye, Sultanahmet camii gibi büyük camilerde ve daha pek çok tarihi yapıda bu kuşevlerine rastlamak mümkündür.

İkincisi ise duvar etine giydirilen, monte edilen, bir konsol üzerine oturtulmuş kûfeki taşı, ahşap, mermer, tuğla, sıva gibi malzemelerle ve değişik mimari tekniklerle yapılmış minyatür yapılardır. Bunlar, cumbalı, kemerli kapı, merdiven, kafesli veya vitray pencereleri olan, balkon veya etrafını saran revaklarıyla, kubbe veya çatıyla örtülmüş küçük birer köşk hatta saray şeklindedir. Türk konut mimarisinin en güzel belgelerinden biri olan bu tarz kuşevleri sanat tarihçileri tarafından “heykel sanatına yaklaşan tasarımlar”[5] olarak görülmektedir.

Başta hanlar olmak üzere, cami, medrese, kütüphane, mescit, darphane, çarşı, imaret, minare, saray, türbe, köprü, mumhane gibi pek çok yapıyı süsleyen kuşevleri, binaların en çok güneş alan, sert ve soğuk rüzgârlardan mahfuz cephelerine, insan elinin veya kedi, köpek gibi hayvanların erişemeyecekleri yükseklikteki emniyetli yerlerine yerleştirilmiş; yağmurdan ve kardan korunmaları için geniş saçakların veya büyük profilli kornişlerin, konsolların altları tercih edilmiştir.[6] Böylece kuşlar, yuvalarında emniyet içinde barınırken, hava şartlarının olumsuz etkilerinden de korunmuş olmaktaydı.

İkinci grup kuşevleriyle ilgili saydığımız bütün mimari ünite ve detaylar farklı yapılarda, farklı özellikler göstermektedir.

İstanbul’un kuşevleri açısından en zengin ilçesi şüphesiz Üsküdar’dır. Üsküdar meydanından hareketle güneyde Gülnuş Valide Sultan (Yeni Valide Sultan) Camii (1120-1122) avlusuna girdiğimizde, kuzeydoğu ve güneybatı köşesindeki kuşevleri insanı adeta büyüler. İkişer minareyle cami formunda tasarlanmış, pencereleri vitraylarla süslenmiş, kubbeli olan bu köşkler, ince birer sanat eseri olmalarının yanında hem kubbeler diyarı Üsküdar’ı, hem de camii yaptıran Gülnuş Valide Sultanın kadın zarafetini remzeden güzelliktedirler.

Biraz yukarı Salacak’a doğru çıkıldığında Sultan III. Mustafa tarafından yaptırılan Ayazma Camii (1760-1761) kuşevleri bize ikinci bir göz zevkini yaşatacaktır. Burada bir hayli kuşevi bulunmakta olup, bunlardan bilhassa güney ve batı cephesindeki külliye formunda tasarlanmış olanları görülmeye değerdir.

Harem’e doğru Selimiye Kışlasının hemen yanında bulunan Selimiye Camii’nin (1804) güney cephesinde bulunan ve kufeki taşından yapılmış kuşevleri yuvarlak hatlarıyla zarif birer köşkü andırmaktadırlar.

Avrupa yakasında çok bilinen bir yerde olduğu halde, çoğunlukla gözden kaçan iki kuşevi, İstiklal Caddesi girişinin solunda yer alan Taksim Maksem’i (1732) üzerinde yer almaktadır. Kûfeki taşından yapılmış bu iki kuşevi küçük farklar taşımakla birlikte benzer özelliklerde simetrik yapılardır.

Göz önünde olduğu halde pek çoğumuzun dikkatten kaçmış bir diğer güzel kuşevi Laleli Ordu Caddesi üzerindeki III. Selim ve III. Mustafa Türbelerinin caddeye bakan cephesindeki sütunlarda bulunmaktadır. Biri mescit şeklinde tasarlanmış bu iki serçesarayını tramvayla geçerken bile görmeniz mümkün.

Beyazıt’a doğru ilerlediğimizde Edebiyat fakültesi yanındaki Seyyit Hasan Paşa Medresesi’nin (1745) güney yönünde, minareleri, balkon ve merdivenleri, baş aşağı kubbesi, pencere vitraylarıyla hayâl mimarînin ve kendi tarzının en güzel eserlerinden biri olan cami formundaki kuşevini görebiliriz.

İstanbul’daki kuşevleri içinde belki de en özgün ve ihtişamlı olanı Gülhane’de Darphane-i Amire Damga Matbaası iç avlusunda bulunan köşk şeklindeki kuşevidir. Bodrumuyla birlikte dört katlı tasarlanmış bu kuşevi, balkon korkulukları, kule biçimindeki üst katı, külahları, merdiven ve vitraylarına kadar çok ince bir işçiliğin ürünüdür.

Fatih’te, Millet Kütüphanesi olarak bilinen ve asıl adı Feyzullah Efendi Medresesi (1700) olan yapının duvarındaki kuşevlerinden biri kısmen yıkılmış olmasına rağmen, kubbe, balkon ve kemerleriyle kuşevi yapılarının içinde önemli bir yer tutmaktadır.

Bu saydığımız kuşevlerinin dışında Eyüp Sultan Camii, Fatih’te Fatih ve Bali Paşa Camileriyle Süleyman Halife Sıbyan Mektebi, Beyazıt’ta Kara Mustafa Paşa Medresesi, Saraçhane’de Amcazade Hüseyin Paşa Sıbyan Mektebi, Laleli Taşhanı, Tahtakale’de Büyük Yeni Han, Karaköy’de Bereketzade Medresesi kuşevleri görülmeye değerdir.

İstanbul’daki serüveni 16. yüzyılda başlayıp, zamanla kâgir yapıların duvarlarına oturtulmuş ve giderek daha ince formlarla zenginleştirilmiş kuşevleri, 18. yüzyılda en parlak devrini yaşamış, 20. yüzyılın ortalarından itibaren modernleşen, ilgi ve öncelikleri, sanat zevki değişmeye başlayan şehri hayatı içinde unutulmuştur. Bugün pek çoğu bakımsızlıktan yok olmaya yüz tutmuş bu minyatür şaheserler, İstanbulluluk bilinci ve Türk geleneğindeki kuş sevgisinin bir göstergesi olarak, yeniden değerlendirme ve en azından fark edilmeye muhtaçtır.


[1] Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, 1. cilt, Ankara 1989, s. 32.
[2] Jean Thevenot, 1655-1656’da Türkiye, Çev.: Nuray Yıldız, İstanbul 1978, s. 126.
[3] H. Örcün Barışta, Osmanlı İmparatorluğu Dönemi İstanbulundan Kuşevleri, Ankara 2000, s. 5.
[4] H. Örcün Barışta, Kuşevleri, Dündün Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, c. 5, s. 133.
[5] H. Örcün Barışta, a.g.e., s. 44.
[6] Yılmaz Önge, “Mimar Gözüyle Kuşevleri”, Kültür ve Sanat, sayı 5, 1977, s. 89.


* Meliha Şen, Asitanbul, sayı 1, 2008, s. 42-45.

Asitanbul



Asitanbul "dünün İstanbul'u ile bugünün İstanbul'u arasında gelip giden ve bu şehrin ruhunu, derdini ve sevincini yaşayan, taşıyan ve önemseyen bir dergi" tanımıyla ilk adımını atmış bulunmakta.
İstanbul Kültür Tarih ve Araştırma Derneği (İSDER) tarafından yayımlanan dergiye uzun soluk ve nice sayılar diliyorum.

Hamiş: Dergide kuşevleri ile alakalı bir yazım yer almakta. (bkz. Zarafet ve Merhamet Abideleri Serçe Saraylar) Bu zevkli mevzuu çeşitli vesilelerle ele almak ve insanları bir nebze olsun bilgilendirmek, unutmuş olanlara yeniden anımsatmaktan ötürü çok mutlu oldum.

Pazar, Şubat 24, 2008

Toprak Sarsılıyor!..


...Obskürantizm heyulâsı yok edilmedikçe, herhangi bir diriliş hayaline kapılmak çılgınlık.

...Karanlıkta kavga olmaz. İdeolojiler, uçurumları aydınlaran hırsız fenerleri. İstemesek de onlara muhtacız. Kaosu kosmos yapan insan zekâsı, tecrübelerini ideolojilerde sergilemiş. İdeolojiye düşmanlık, tek izm’e teslimiyettir: obskürantizme. İdeolojiler siyaset dünyasının haritaları. Haritasız denize açılınır mı? Ama harita tehlikeli bir yolculukta tek kılavuz olamaz. Pusulaya da ihtiyaç var. Pusula: şuur. Tarih şuuru, milliyet şuuru, kişilik şuuru. İdeolojilerin peşine takılanlar pusulasızlardır. Gemi ya kayalara çarptı, ya batağa saplandı. İdeolojilerin ışığına göz yumanları sloganlar yönetiyor. Karanlık kinlerin birbirine saldırttığı çılgın sürülerin savaş çığlığıdır, slogan. İlkelin, budalanın, papağanın ideolojisidir. Düşünce ile çığlık bağdaşmaz. Şuurun sesi çığlık değildir. Yabani bağırır, medeni insan konuşur. Bu çocuklar yıllarca konuşturulmadı. Hınçlarını üç beş kelime ile sırıtımıza tükürüyorlar. İdeolojileri yasakladığımız için hışımlarına uğradık. Demokrasinin demopedi olduğunu kimse düşünmedi. Aczin hürriyetperverliği yalanların en namussuzu. Bahşedilen hürriyet, ölmek ve öldürmek hürriyeti.

Toprak sarsılıyor!.. Hep birden esfel-i sâfiline yuvarlanmak istemiyorsak, gözlerimizi açmalıyız. İnsanlar sloganla güdülmez. Düşünceye hürriyet, sonsuz hürriyet. Kitaptan değil kitapsızlıktan korkmalıyız. Bütün ideolojilerie kapıları açmak, hepsini tanımak, hepsini tartışmak ve Türkiye’nin kaderini onların aydınlığında fakat tarihimizin büyük mirasına dayanarak inşa etmek. İşte, en doğru yol.

Cemil Meriç, Bu Ülke.