Sayfalar

Perşembe, Aralık 20, 2007

kıl'dan ince kılıç'tan keskin

- o kocaman sırat köprüsünü bu küçücük koyunun sırtında mı geçicez yani? çok komik yahu?
- kurbanın kendisiyle değil, onun nurundan yaratılan bir binekle geçeceksin çocuğum.

Bayramınızı tebrik ediyorum.


hamiş 1: bu bayram et yeme bayramı değildir. lakin başka zamanlarda et yiyemeyenler için daha bir bayramdır. hastayı, fakiri, yetimi sevindirelim.
hamiş 2: bayramlarda insanlar niçin tebrik edilir? çünkü bayramlar mağfiret ve füyuzatın en azami yaşandığı, meleklerin bayram sabahı bizi afv ile müjdelediği kutsal günlerdir. duadan azat tatil günleri değil, kabulün arttığı eşref zamanlarıdır. mübarek olsun..

Perşembe, Aralık 06, 2007

Yıldızların Altında Yalnızlık*


"Bu soğuk duvarlardan nefret ediyorum. Nefret etsem ne olacak. Bu duvarları yıkabilecek miyim?"
Hem o duvarları yıktığında altında kalmayacak mısın? Altında kalmasan bile, yağmurdan kim koruyacak seni? Soğuktan?
Ya yalnızlık. Belki de bütün bu riskleri göze aldıracak kadar büyük bir felaketti..
Kuşkulu bir aşk oyununu, sefil bir yalnızlığa tercih etmenin adı "kandırılmak" değil, bile bile ladesine gelmekti kaderin. Hani diyordu ya adam, "senin şu yalnızlığını gidersin de isterse bir kedi, bir köpek olsun ne farkeder ki".
Gecenin bir yarısı. Üstelik ürkütücü bir yağmurda çıka gelen ısrarlı sevgi sözlerine mantığı ne kadar anlamsızca bakarsa baksın, korkuları ne kadar büyük olursa olsun -ki baştan beri hep korkmuştu aslında- karşı koymayı istememek mi yanılgıydı. Yalnızlığın örselediği yüreğin ilacı, her nasıl atarsa atsın başka bir yürek olamaz mıydı?
Olamadı evet. Bu ani değişikliğin sonu hayra alamet olmasa bile, çölde susuz kalan, bulduğu suyun kirine pasına bakar mı? Su olsun da..
Necip Fazıl kırk günlük hücre hapsini anlatırken şöyle der: "... odamda hiç olmazsa bir gardiyan, terbiyle bir mahkum, herhangi bir insan, canlı bir mahkum yatırılması için ettiğim müracaata, şu cevabı vermişlerdi:
-Ne o korkuyor musunuz yoksa?
Onlarak diyememiştim ki:
-Hayır, anladığınız manada korkmuyorum. Kendimden, şu gördüğünüz kemik mahfazadan, kafamdan bu kayanın kendi içine doğru dönüp batmasından korkuyorum!"
O yalnızlığın beynine battığı bir iç kanamayla değil, sezgilerinin ısrarla yanlış yaptığını söylediği halde yalancı bir sevginin zehiriyle öldü.
Katil oldu. Çünkü öldürdüğü kişi, ona kötülük yapan değil, ona yeniden yalnızlığı bırakacak olan kişiydi. Bundan daha büyük değildi, diğer bütün kötülükleri.
Hayat değiştikçe, gayr-ı meşru görünenin kendi içindeki meşruiyetini farkediyorsunuz. O zaman şöyle bir ikilem de yaşamıyor değilsiniz: Bunu meşru gösteren çok yönlü görebilmek mi, yoksa tamamen bir yozlaşmadan mı ibaret.
Artık doğruyla yanlışın birbirinden ayırt edilemeyecek kadar iç içe girdiği bir çağda yaşıyoruz. Yaşam ne kadar kolaylaştı ve hayat ne kadar zor artık.

*Bugün gittiğimiz oyunun akla getirdikleri.

Hamiş 1:
Oyun
: Yıldızların Altında Cinayet (Şehir Tiyatroları)
Yazan: Elçin Efendiyev
Yöneten: Melahat Abbasova
Oyuncular: Elçin Altındağ (Kadın), Emrah Özertem (Delikanlı), Ezgi Sümer Yolcu (Komşu Kadın), Nevzat Çankara (Komşu Adam), Radife Baltaoğlu (Öğrenci Hasanzade’nin Annesi)

Hamiş 2: Delikanlı rolündeki Emrah Özertem'in oyunculuğunu daha çok beğendim. Kostümler kötüydü. Sağdaki masa ve sandalye dekoru, sağ taraftaki izleyicinin görüşünü engelliyordu (yani bizim). Önümde oturan yaşlı amca: alacağın olsun.
Kadına kaba saba davranıldığı ve ortada acı çeken biri olduğu halde kahkaha atan lise gençliğine hitaben: "siz ne anlarsınız ki!".

Hamiş 3: Teşekkürler

Çarşamba, Kasım 14, 2007

Mevsim-i Hazan

yazmak lazım-dı, fotoğraflamak lazım-dı. vakit geç değil.

Çarşamba, Kasım 07, 2007

Leyla İle Mecnun


Leyla'nın mezarının başında:
"Ey ecel!.. Gel şimdi; dünya, gözüme zindandır. Alem ne hoş idi, sevgili varken; yok madem ki sevgili, yok olsun var olan alem. Ey canım! Hasta bedene veda et. Ey gamım! Susamış ruhuma elveda oku. Ey ölüm! Seni özlüyorum, gel! Vücuduma yokluktan bir haber ver; bir haber ver de öylece yok olayım. Aynamı pastan temizle, O'nu göreyim. Engel ne ise kaldır aradan ki O'na varayım. Allahım! Artık bana cisim ve can gerekmez. Sevgili yokken, cihan gerekmez. Dünya pazarında malım tükendi. Canımı satmaya başka bir pazar ver."
Leyla İle Mecnun, İskender Pala, 93-94 s.
Geçen sene Leyla ile Mecnun'u Muhsin Ertuğrul'da seyretmiştim. Bu sene ikinci kez gittim. Eskimiş sahne dekorunda hala aynı güzellikte sergilenmekteydi oyun. İzleyenler şunu görecekler: Leyla ile Mecnun'u sadece iki kişi canlandırmıyor. Üçleme yapılmış: Oyuncular, dansçılar, şarkıcılar (opera sanatçıları). Böylece aşkın çeşitli halleri, çeşitli hallerle tasvir edilerek çok boyutluluk kazandırılmış. Öyle ki aynı sahnede üç Leyla ve üç Mecnun'u bir arada görüyorsunuz. Gidilesi ve görülesi.. Meraklısına..

İntizarLeyla vü MecnunLeyla'nın Düğünü

Perşembe, Kasım 01, 2007

Susacak Var


Düşmek olası bir eylemdir ayrılığın elinde. İçten dışa, dıştan içe... Hayat kayar parmaklarınız arasından. Hayattaki yeriniz yersiz gelir. Her şey en gerideki yerini alırken siz seyirci kalırsınız sahip olduklarınızı kaybetmeye. Kurtaramadığınız gibi kurtarananız da olmaz. Kahramanların gücünü aşar kahrınız. Yok oluş kapılar göğünüzü ve mavi silinir umutlarınız içinden. Yalvarmalar etkisizdir, gözyaşları kuru. Ayrılığa inanmaya zorlarsınız kendinizi. Ki sonrasında yaşamayı kabul etmeniz vardır ve en sonda da "sevgisizlik" bekler sizi..
Kahraman Tazeoğlu, Susacak Var. 249. shf.

Pazartesi, Ekim 15, 2007

Akıl bulanıklığının işaretleri

Ukalâ gerçi sükûtu edeb addetmiştir

Maslahat varsa fakat sözde, bırakma meskût
İki şey tîregî-i akla delalet eyler:
Susacak yerde kelâm, söylenecek yerde sükût.

Gerçi akıllılar susmayı edep addetmişlerdir.
Fakat bir söz(ü söylemek) de fayda varsa sessiz bırakma (susma) .
(zira) İki şey aklın bulanıklığına işaret eder:
Susacak yerde konuşmak, söylenecek yerde susmak.

Cumartesi, Eylül 29, 2007

Şehir Tiyatroları 3 Ekim'de Sahne açıyor.

Bu sene en ilgi çekici oyunlardan bir tanesi Cumhuriyetin 85. yıldönümü münasebetiyle sahnelenecek olan "Tozlu Çizmeler".
"İsmet Küntay’ın bu tarihsel misyon taşıyan oyunu I.Dünya Savaşı ve İstanbul’un işgalinin Türk insanı üzerindeki etkilerini anlatıyor. Yorgun, yenik ve bekleyiş içindeki Osmanlı subayı Rıfkı, işgalci subaylara ve işbirlikçilere karşı mücadele etmek için arkadaşlarıyla birlikte yola çıkar. Emperyalist güçlerin sindirdiği halk, İstanbul’da üretilen işgalci politikalardan habersiz, Anadolu’da büyümeye başlayan bağımsızlık hareketine destek verecektir."
Leyla ile Mecnun müzikali yeniden sahnelenecek. Gitmenizi tavsiye ederim.
Bunun dışında ilk kez sahnelenecek Yunus Emre'yi konu alan Divane Ağaç; tasavvuf temalı Can Ateşinde Kanatlar dikkatimi çeken oyunlardan.
Bu ve diğer oyunlarla ilgili ayrıntılı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.

Pazartesi, Eylül 17, 2007

Taze Bunlar

Şu sıcak günlerde oruç tutarken insanın aklına soğuk yiyecekler, içecekler gelip duruyor. Canınız meyve çekti, manava gitmeye de üşeniyorsunuz veya "şöyle birisi benim yerime istediğim meyveyi seçip ayağıma kadar getirsin" diyorsanız ve de online iseniz işte size tavsiye:



Sitede hem yerli hem de ithal meyveler bulunuyor. İstediğiniz meyveden arzu ettiğiniz adette sipariş ediyorsunuz. "Armut piş, ağzıma düş" hayali gerçekleşmiş diyebiliriz. Ayrıca meyvelerin faydaları, nasıl tüketilebileceğine dair ufak notlar da var.

Pazar, Eylül 02, 2007

Bana teyze dedi

Kim derdi ki biri bana "teyze" dedi diye bu kadar sevineceğim.

Hayat garip hakikaten.
Dünyaya gelişinin 375. gününde artık aramızda sıfatlarımızın dahil olduğu sözlü iletişim başladı.
Yeğenim bana "deyde" dedi. Çok mutluyum :)

Pazartesi, Ağustos 27, 2007

Nev-i Cafe


Fotoğraf gezilerimizin bir tanesinde Eminönü'nden Fener'e doğru giderken yol üzerinde çok güzel bir kafeye rastladık: Nev-i Cafe.
Hem güzel Haliç manzarası hem de hoş iç mekanıyla gidilip görülesi, oturulup birşeyler yiyip-içilesi bir yer.
Kafe ile ilgili ayrıntılar ve fotoğraflarını görmek için burdan buyrun: Nev-i Cafe

Kültür Bakanlığının güzel hizmeti


İstanbul Bahçekapı'da Kültür Bakanlığına ait Dösim Kültür Ürünleri Satış Mağazası açıldı. Bu yeni bir haber değil aslında. Fakat belki bilmeyenler vardır diye belirtmek istiyorum.
Birbirinden güzel elişi eşyaların olduğu mağazaya girdiğinizde eminim hoşunuza gidecek pekçok şey göreceksiniz. Üstelik fiyatları da gayet uygun. Yolu o tarafa düşenlerin mutlaka uğramasını tavsiye ederim.
Ayrıntılı bilgi ve ürün çeşitlerine siteden ulaşabilirsiniz.

Adres:

Bahçekapı El Sanatları Satış Mağazası
Şeyhülislam Hayri Efendi Cad.No:2/1
Bahçekapı-Eminönü İSTANBUL
0212 526 68 13

Pazar, Ağustos 26, 2007

Online Osmanlıca Sözlük

Bir Osmanlıca sözlük gördüm internette. Hem Osmanlıca kelimelerin manasını, hem de günümüz Türkçesinde kullandığımız kelimelerin Osmanlıca karşılıklarını bulabileceğiniz bir yer. Pratikliği ile işe yarıyor. Elbette ciddi çalışmalar yapacak olanlara tavsiye edemiyorum. Zira kelimenin Osmanlıca harflerle yazımı olmadığı gibi anlamlardaki kesin güvenirlilik hususunda tam bir fikre sahip değilim.

duhul eyleyeceklerçün:



Pazartesi, Temmuz 23, 2007

kervansaraylar arasındaki mesafe



Kervansarayların arasındaki mesafeler, deve yürüyüşü ile günde dokuz saat, yani 40 km esas alınarak yapılmıştır. Böylece sabah bir kervansaraydan yola çıkan kervan, akşam olduğunda diğer kervansaraya varmış olurdu.

uykudayız..


"Hufte râ hufte key koned bîdâr."

"Uyuyan uyuyanı nasıl uyandırır."



Cumartesi, Temmuz 14, 2007

12 Hayvanlı Takvimin Neresindeyiz?


Bu sene 12 Hayvanlı takvime göre domuz yılındayız. Marifetname'de domuz yılıyla ilgili olarak şunlar yazılmış:

Çün gelir sal-i huk olur hasta
Emir ve ayan şehr peyveste
Padişahlar aralarına hilaf
Vâki olup çoğ ola cenk ve mesaf
Çoğ olur hınta ve şair kalil
Afet eyler darıya hem tacil
Halk yerden yere kona ve göçe
Hem reaya müşevveş ola kaça
Çoğ olur onda düzd tarraran
Ola kış nerm hem dıraz o zaman
O salde doğsa bir ferzend
Olur ol tez gûy ve hîş pesend
Evsatında doğarsa kâzib olur
Ahirinde halim ve ragıp olur.

Yani:
Domuz yılı gelince: Başkan ve şehrin ileri gelenleri hep hasta olur. Padişahlar arasına anlaşmazlık düşer, savaş çok olur. Buğday çok olur, arpa az. Darıya âfet dokunur. Halk yerden yere konar ve göçer. Reaya karışır ve kaçar. Hırsız ve soyguncu çok olur. Kış ılık ve uzundur. O seni doğan oğlan, çabuk konuşur ve kendini beğenmiş olur. Ortasında doğan, yalancı olur. Sonunda doğan, halim ve istekli olur.


Pazar, Haziran 17, 2007

Geçmişler ola..

Uzun bir süre sonra yine ÖSS'ye girdim. Gerçi bizim zamanımızda ÖYS de vardı. Ama sağolsunlar yeni düzenlemeyle ikisini bir araya getirmeyi başarmışlar.
Kendimden çok, en az bir sene boyunca hazırlananlar için heyecanlandım. Sabahın köründe, kimi annesi kimi babası, kimi bir başına yollara düşmüş binlerce genç. Yüzlerde heyecan ve kaygı..
Sorular kolaydı. Bu 10 sene zarfında gelişen sisteme zerre kadar bakmamıştım . Geçen sene o kadar abartıp, ağlanıp sızlanıyorlardı ki gençler, "iyi ki biz kurtulmuşuz bu sıkıntılardan." diyordum.
Herşeyin sonu çalışmaya bakar. Yeter ki istenilsin.
İnşallah herkes için hayırlısı olur.
Tabi bende imtihan stresi olmadığından sabahın o güzel saatlerinde tenha olan İstanbul'un tadını çıkarttım bir müddet. Güzel, küçük bir mescitin olduğu sokaktan geçerken burnuma ıhlamur koktu. Havaya karışan o tatlı rayihayı içine çekip de huzur duymayan var mıdır acaba. Baktım mescidin minaresiyle boy ölçüşen ıhlamur ağacının tepesinde çiçekler açmış. Eee vaktidir hani. Samsun'daki evin önünde, bir zamanlar bizimle aynı boyda olan dev ıhlamur ağacını seyrederken, hem ne kadar zaman geçtiğine hayret ettim, hem de hayatın kendi serüveni içinde birçok baharlarla tazelenerek kemale erdiğini düşündüm.
İnsan su misali diyor ya şair, insan ağaç misali... Ya da herşey insandan bir misal, bir cüz..

Perşembe, Mayıs 31, 2007

ben köyümü özledim

Bir süreliğine (10 gün kadar) buralarda olamayacağım. Döndüğümde daha verimli olabilmeyi ümit ediyorum.

Cuma, Mayıs 18, 2007

Kara bahtım kör tali(h)im

Deryadan âb istemiş olsam serab olur

Ger altuna yapışsam o saat türab olur
Zâti
(Denizden su istemiş olsam serap olur,
eğer altına yapışsam o saat toprak olur)


Hayatın içersindeki pekçok gailelerimiz hem kesb ü gayretimiz ve hem de rızkımızın kesildiği, talihimizin elverdiği kadarıyla olup bitmekte. Kimi zaman çok istediğimiz şeylere kaderin seyrinde sahip olamazken, kimi zamansa harika fırsatlar çıkıverir karşımıza.
Yani talihimiz kah kuş olur konar omzumuza, kah kör ve sağır olur, gülmez yüzünü.
Talihle ilgili iki tane hikaye yazmak istiyorum. İlki Tıkandı Baba'yla ilgili rivayet edilen hadisedir. Şöyle ki:
Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış. Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor.
Tıkandı baba, çay getir, tıkandı baba kahve getir..
Bu durum Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş. Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi? Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı baba.
Anlat baba anlat merak ettim deyip çekmiş sandalyeyi. Tıkandı baba da peki deyip başlamış anlatmaya;
Bir gece rüyamda birçok insan gördüm ve her birinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. "Benimki de onlarınki kadar aksın" diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı. Bu sefer içimden " Onlarınki kadar akmasada olur, yeter ki eskisi kadar aksın" dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı. Ben yine açmak için uğraşırken Cebrail göründü ve Tıkandı baba, tıkandı. Uğraşma artık, dedi. O gün bu gün adım "Tıkandı baba" ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdi de burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.
Tıkandı baba' nın anlattıkları Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş. Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına ;
Hergün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz.
Ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba'ya baklavaları vermişler. Tıkandı baba baklavayı almış , bakmış baklava nefis. " Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim" diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken "Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim" demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya
Taze baklava, güzel baklava ! Bu esnada oradan geçen bir Yahudi baklavaları beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış. Yahudi baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim diğer dilim derken bir bakmış her dilimin altında altın. Ertesi akşam Yahudi acaba yine gelirmi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş. Yahudi hiçbir şey olmamış gibi "Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım" demiş. Tıkandı baba da Peki, demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı babaya her akşam baklavalar gelmiş ve Yahudi de her akşam Tıkandı baba'dan baklavaları satın almış. Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın. Sultan; "Tıkandı baba sana baklavalar gelmedi mi?" demiş. "Geldi sultanım". "Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?". "Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağolasınız duacınızım."
Sultan şöyle bir tebessüm etmiş. "Anlaşıldı Tıkandı baba anlaşıldı, hadi benle gel" deyip almış ve Devletin
hazine odasına götürmüş. Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir, demiş. Tıkandı baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda düştü düşecek. Sultan demiş "Senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git, onlar sana ne yapacağını anlatırlar" demiş ve askerlerden birini çağırmış. Alın bu adamı Üsküdar'ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin demiş. Padişahın adamları "peki" deyip adamı alıp Üsküdar'a götürmüşler.
"Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım", demişler. Baba, "Niçin?" demiş. Askerler "Hele sen bir beğen bakalım" demişler. Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline "Ne olacak şimdi?" demiş. "Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı" cevabını vermişler. Baba taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu padişaha haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş; "Vermeyince Mabut, neylesin Sultan Mahmut."

İkincisi Rüstem Paşa'nın Kanuni'ye damat olmasıyla alakalı. Burdaysa aksine talih kuşu konuyor vezirin başına.
Kanuni kızkardeşi Mihrimah sultanı Rüstem Paşa ile evlendirmeye karar verir. Ancak paşanın düşmanları kendisinin cüzzamlı olduğu dedikodusunu yayarlar. Vaziyet hekimbaşına bildirilir. Hekimbaşı, üzerinde bit barınan bir kimsenin cüzzamlı olamayacağını söyler. Bunun üzerine o zamanlar Diyarbakır valisi olan Rüstem paşanın kıyafetlerini muayene için adamlar gönderilir ve talih bu ya, kıyafetinden bit çıkar ve bu bit sayesinde paşa padişah damadı ve sonrasında vezir olur.
Bununla ilgili bir de beyit söylenmiştir:
Olacak bir kimsenin bahtı kavî, tâlii yâr
Kehlesi dahi mahallinde onun işine yarar.
(Bir kimsenin bahtı sağlam, talihi dost olursa, biti bile yeri geldiğinde işine yarar.)

Hatta tarihçiler bu bit için kehle-i ikbal (ikbal biti) tabirini kullanmışlardır.

Talihiniz açık, bahtınız kavi olsun.

hamiş: Talih kelimesi aslında tâli' idi. Sonu sakin ayın harfiyle bitiyordu. Fakat Türkçede bu harf ve ses olmadığı için, zamanla talih'e dönüşmüştür.


Cumartesi, Mayıs 05, 2007

Perşembe, Mayıs 03, 2007

Bozgun

I
biz bu kentlere sığdık da
bu kentler bize sığmadı asiya
ve bir çığlık gibi günlerin çarmıhında
arttıkça yalnız, sustukça silik…

ay ışığı gölgeleri büyüttü
son kuşlar da vuruldular dağlarda
yakamozları söndü sahillerin, ışıkları evlerin
çağın vebalı gövdesinde
bir hayalet gibi gölgemizde yalnızlık

kaldık…kırık bardaklar gibi
içilmiş sulardan geride buruk bardaklar gibi…

II
düşler artık ölü çocuklar doğuruyorsa
sevgiler boğduruluyorsa kürtajlarda
ve daha eskimemiş tüfeklerle
ordusu bozguna uğramış askerler gibi kalıp
bozuk paralar gibi yuvarlanıyorsak kaldırımlarda
bir bedeli vardır elbet cennetini çaldırmanın
ömrünü piç bir bebek gibi
bırakmanın
bulvarlara
bozgunlara
ve yanlış yalan aşklara;
bir bedeli
bu kuşatmaların, ilkyazları kurşunlatmaların…

*
biz bu kentlere sığdık aslında
bu kentler bize sığmadı asiya
ah son kuşlar da vuruldular dağlarda!

III
ay ışığı gölgeleri büyüttü
mutluluk oyununda geç kalan ölü kuşlara geldim
geldim…kırık bardaklar gibi
içilmiş sulardan geride buruk bardaklar gibi

ve ömürlerimizde bin kasvetle upuzun
sefalet seferlerinin ayazı
belki de yalnız gezeceğiz artık kimbilir
batan gemiler gibi yiten aşklardan geride
kalan her kışı, güzü ve yazı

ay ışığı gölgeleri büyüttü
ayrılıklar eskidi…biz eskidik
aşk bize küstü asiya…

IV
belki de uzun sürecek bu bozgunun saçağında
sen şarkılarını sesine yasla
ve bırak beni de usulca
bir apansız yalnızlığa!

ay ışığı gölgeleri büyüttü
büyüdü ölüm
ve biz küçüldük asiya…

Yılmaz Odabaşı

Cumartesi, Nisan 28, 2007

Yani aşk..

yürek - heart - دل - قلب

Aşk dediğimiz hâl netîce-i hayâl ise, hayâl dediğimiz hâl dahi mücerredâttan ve binâenaleyh ta’rîf kabûl etmeyen mâhîyâttan olduğu için yine hakîkat-i aşkı meydâna koymaktan aczimiz sâbit olur.

Namık Kemal

Pazar, Nisan 22, 2007

Nedir bunun aslı..

Günlük hayatımızda kullandığımız pekçok kelimenin aslı, kullandığımız manasıyla paralel manada olup, zaman içersinde terimleşmiş veya deyimleşmiş.
Arasıra bu kelimelerden örnekler verelim diyorum. İşte bunlardan bir kaçı:

Abuk-subuk konuşmak deyimindeki abuk, "avurdu şişirip parmakla vurarak ses çıkarmak" anlamına geliyormuş.
Cıvıldaşmak: Fısıldaşmak. Kuşlar cıvıl cıvıl ötüyor derken, onların fısıldaştığını kastetmiş oluyoruz.
Curcuna: Kabaetleri oynatarak yapılan raks. Bu sözlük anlamı. Ayrıca bir tür danslı, sözsüz oyna da curcuna deniliyormuş. Pandomim benzeri diyebileceğimiz bu oyunda maksat güldürmek, eğlendirmek. Curcunabaz ismi verilen kişiler, giydikleri özel kostümle bu oynu sergilerlerdi.
Cigersiz: Ciger öz türkçede yürek, cesaret anlamında. Dolayısıyla cigersiz de cesaretsiz, yüreksiz demek oluyor.
Gıcık (gicik): Kaşınma, kaşıntı, uyuz hastalığı.
Katıla katıla gülmek: Katıla kelimesi öztürkçede "kat, defa kere" anlamındadır.
keklemek: Eski türkçede "kekleşmek" olarak kullanılırmış. Alay etmek demek.

Perşembe, Nisan 19, 2007

Kelli Felli hatalar

Galat-ı meşhur mu desek, hata-yı mütekerrere diye biz de yeni bir tamlama mı uyduruversek bilemiyorum. Bazı tabirler, kelimeler var ki dilimizin yapısından kaynaklanan galatlaşmadan ziyade, yanlış bilinip, yanlış kullanılmakta. Mesela aklıma gelen ilk misal "şarj" kelimesi. Pekçoğu ısrarla "şarz" demekte. Halbuki yine aynı kişiler "şarjör, deşarj" kelimelerini hatasız telaffuz ediyor.
Biz de şimdi yanlış kullanılan bir deyimi daha dilimizin döndüğü kadar tashih etmeye çalışalım.
Pekçoğumuzun kullandığı tabirlenderdir:
"Kelli felli bir adam."
İşin aslında ise o adam "Kerli ferli" biridir.
Bakalım kerli ferli ne manaya geliyormuş:
Ker: Farsçada "kuvvet, güç" demek.
Fer: Yine farsça olup, aynı anlamda kullanılmakta.
Yani kerli ferli, güçlü kuvvetli demek oluyor ki, biz zaten "kelli felli" derken aynı şeyi kastediyoruz.

Çarşamba, Nisan 18, 2007

Nisan'ın ilk yağmuru bugün yağdı

Elbette İstanbul'dan bahsediyorum. Diyeceksiniz ki "Nisanın 18'i olmuş, hangi ilkten bahsediyorsun?". Fakat bugün Rumi takvime göre "5 Nisan". Yani eskilerin "köy hesabı" dedikleri ve Osmanlı zamanında kullanılan resmî takvim. Halen yağmaya devam etmekte. Şifa olsun, bereket getirsin inşallah. Bilindiği gibi nisan yağmuru istiridyenin karnına düşerse inci, yılanın ağzına düşerse zehir peydâ olur. Kelliğe, ufak tefek hastalıklara, çocuğu olmayan kadınların derdine devadır. Bu sebeple biriktirilir ve saklanır. İlaç gibi tüketilir. Binaenaleyh nisan yağmurundan kaçılmamalı, mümkün olduğunca maruz kalınmalıdır.

Berceste:
Hamd ol Allah'a kim dünyâya bârân yağdırır
Lü'lüyi lâlâ kılur bârân-ı nisan yağdırır
Aşkî

Şerh: (O Allah'a hamd olsun ki dünyaya yağmur yağdırır. İnciyi parlak kılan nisan yağmurunu yağdırır.)

Pazartesi, Nisan 16, 2007

İstifin Kemali

"Lâilahe illâ ente sübhâneke inni küntü mine'z-zâlimîn"
Hat: Hamid Aytaç Tezhip: Feyza Şen.

İstif kelimesi, dilimize İtalyanca'dan girmiştir.
Kamus-ı Türkî istifi şöyle izah etmekte:
1- Sıra, nizam, dizi, sıralamak, dizmek, tertip ve tanzim etmek.
2- Sıralanmış şey, dizi, muntazam yığın.

Kelime aynı zamanda hat sanatını ıstılahındandır (terimlerinden). Hat sanatında, harflerin yanyana istiflenmesinden meydana getirilen kompozisyonlar esastır.
Çok katı kuralları olduğu halde, bütün bu kuralların hattatın sanatını konuşturacağı geniş bir kompozisyon imkanı sağlaması da hat sanatının ne kadar harikulade olduğunun ispatıdır.
İstif edilen yazı, hangi formda yazılırsa yazılsın okunabilirliği esastır. İster herhangi bir figür şeklinde (testi, leylek, mevlevi sikkesi gibi), isterse geometrik formda olsun, yazı sağ alt köşeden okunmaya başlar.
İstifinlenen hat, yazının genel kaidelerine aykırı olmadığı ve okunabildiği ölçüde sanatkarın maharetiyle şaheser haline getirilip, cami kubbesini, kapı girişlerini, levhaları süslemektedir.
İstifin kemaliyle ilgili şöyle bir anekdot da vardır:
Devrinin reisülhattatin'i (hattatların reisi) olan Muhsinzade Abdullah Bey, yazacağı yazıyı ilk olarak kurşun kalemle istif eder, sonra maiyetinde kullandığı az okuma bilir bir çocuğa gösterirdi. Çocuk yazıyı zorlanmadan okursa onu intihab (seçmek) ederdi. Çocuk okumakta müşkilat çeker yahut okuyamazsa, yazıyı değiştirir, başkasını yazardı.

Şiiri Yazılamayan Şehir


Gökçe atlar üstünde fethe uçan cihangir:
Bu pürfüsun şehire nasıl yazılır şiir?

Bir masal diyarının gölge-ışık Kaf’ını
Kalem çizebilir mi mânâ fotoğrafını?

Medine-i fâzıla, kutsanmış dersaadet
İstanbul sevda gibi, ölüm gibi mücerret

Yakamoz şehrâyini, tılsımlı, aşkın-verâ
Sözle şerh edilemez bu ilâhî manzara

Sanatın bütün sırrı mazmun olsa yine zor
İstanbul nûr revnakı, İstanbul bir metafor

İstanbul şiiristan, bedestân pazarıdır
İstanbul, mâverâya dervîşân nazarıdır

İstanbul taç-neşide, ona remz olan lâle
Dökülür gökyüzünden bediî bir şelâle

Aşkbaz suzidîlâra, raks eder leyl ü nehar
İstanbul âteşefruz, erguvanî nevbahar

O bir teşbîh-i belîğ, hüsne ad olan gazel
İstanbul güzelliğin hayran kaldığı güzel

Efsaneler sultanı dalmış ulvî-uykuya
İstanbul, lâmekânda ruhun gördüğü rüya

Olcay Yazıcı

Perşembe, Nisan 12, 2007

Sene-i devriyemiz


Mihmanhane'nin açılmasının üstünden 1 sene geçmiş. Vatana, millete hayrımız dokunmuştur inşallah. Okuyan, bakınan, yazan herkese teşekkürler. Seneye buralarda olur muyuz? Allah kerim..

hamiş: banner'a "alınlık" ismini koymuştuk vakt-i zamanında. Burdaki ise orjinal bir alınlık. Tezhibi sevgili ve muhtereme ablam Feyza Şen'e ait. Ona da hasseten teşekkürler.
Elbette bu alınlığı kullanmayacağım. Sadece sene-i devriye vesilesiyle ekledim. Fakat ilerde bu tarz bir siteye sahip olmak istiyorum inşallah. Nasip..

Pazartesi, Nisan 09, 2007

Osmanlı Armasını tanıyalım

Topkapı Sarayı Harem girişinde köşeye yerleştirilmiş bir arma.
Tuğra II. Abdülhamid Han'a ait. Bu da eserin 1876-1909 yılları arasında yapıldığını göstermektedir.
Osmanlı Arması 18. asır sonlarında meydana gelmeye başlayıp, karakteristik özelliklerini II. Abdülhamit Han devrinde kazanmıştır. Bu devirde devletin unsurlarını armaya yerleştirme fikri ön plana çıkmıştı.
Arma çok farklı fonlarda olabiliyor. Ama temel özellikleri hemen hemen aynıdır.
Saltanat ve orduyu temsil eden motifler kullanılmıştır.
Şimdi fotoğrafı inceleyelim:
1- Tuğranın etrafınaki bu güneş motifi, padişahın güneşe benzetilmesinden ileri gelir.
2- II. Abdülhamit'in tuğrası.
3- Sorguçlu serpuş: Osman gaziyi ve tahtı temsil eder.
4- Kalkan: Ortasında stilize edilmiş bir güneş motifi var. 12 yıldız: Rivayete göre bu 12 yıldız 12 burcu temsil eder. Güneş bu burçlar üzerinde hareket eder. Böylece Osmanlı kainatın merkezi addedilmiştir.
Başka bir rivayete göre Osmanlı'nın 12 eyaletini temsil eder.
5- Osmanlı sancağı.
6- Mızrak: Son dönem mızraklı süvari alaylarını remzeder.
7- Tek taraflı teber (balta): tören silahıdır.
8- Çift taraflı teber: Orduda üst düzey görevliler tarafından üstünlük sembolü olarak kullanılmıştır.
9- Mızrak.
10- El siperlikli tören kılıcı: bu kılıç klasik türk kılıcı olmayıp, o devirdeki subaylar tarafından kullanılırdı.
11- Top: topçu ocaklarını temsil eder.
12- Kılıç: geleneksel türk kılıcı.
13- Top gülleleri.
14- Borazan: modern mızıka takımının kullandığı çalgı aletidir.
15- Yay.
16- Çapa: Osmanlı denizciliğini temsil eder.
17- Bereket boynuzu: bu boynuzun Osmanlı kültürüyle alakası yoktu. Armayı tasarlayan kişi azınlıklardan biri veya bir Avrupalı olsa gerek. Osmanlı topraklarını temsil ettiği rivayet edilir.
18- Hilafet sancağı (yeşille remzedilmiş).
19- (Üstte) Kuran-ı Kerim. (Altta) Kanunnameler (böylece devletin adaletinin osmanlı yazılı kanunları ve şeriat ile sağlandığı remzediliyor).
20- Terazi: şeşper ve asaya asılıdır. adaleti temsil eder.
21- Asa ve şeşper(altı dilimli topuz) şeşper: asalet ve üstünlüğü remzeder. asa: Hz. Musa'nın asasını remzeder.
22- Toplu tabanca: 1840'dan itibaren bütün subayların kullandığı silahtı. Osmanlı ordusunun modernize edildiğini remzeden bir motif.
23- Kılıç.
24- Çift taraflı teber.
25- Süngülü tüfek: Nizam-ı Ceditle birlikte Osmanlı ordusunun asıl silahı olmuştur.
26- Şefkat nışanı: 1878'de II. Abdülhamit Han tarafından ihdas edilmiş olup; savaş zamanında, büyük afetlerde devlete, millete hizmet eden kadınlara verilirdi.
27- Mecidi nişanı: Beş ayrı derecesi vardır ki kişinin başarıları arttıkça bir üst derecesi verilirdi. Üst derece verilince alt derece geri alınırdı. Savaşlarda üstün başarı gösteren askerlere verilirdi.
28- Nışan-ı iftahar: Sultan Abdülmecid döneminde ihdas edilmiştir. Üst düzey devlet hizmetlileri ve askerlere verilirdi.
29- Nışan-ı osmani: Sultan Abdülaziz Han tarafından 1862'de ihdas edilmiş olup, devlet hizmetinde üstün başarı sağlayanlara verilirdi.
30- Nışan-ı al-i imtiyaz: Devlet adına faydalı işlerde bulunmuş ilim adamları, idareci ve askerlere verilmek üzere 1876'da II. Abdülhamit Han tarafından ihdas edilmiştir.

Pazar, Nisan 08, 2007

Bir Kul Bir Resul Sergisi

Yer: Türk ve İslam Eserleri Müzesi (Sultanahmet)

Hazırlayan: Türk Kadınları Kültür Derneği

Son gezi tarihi: 15 Nisan

“Önce kulum, sonra resul.” hadis-i şerifinden mülhem olan sergide, ilk kez halka açılan Hz. Muhammed'in şahsi eşyalarının yanısıra Kâbe anahtarı, Kâbe süpürgesi gibi manevi değeri olan eşyalarla birlikte din ilimleri, edebiyat ve sanat açısından paha biçilemeyecek değerde eserler tek bir sergide bir araya geldi. Sergide, aralarında Mukaddes Emanetler, el yazması Kur'an'lar, Medine-i Münevvere toprağının da bulunduğu 130 nadide hatıra yer alıyor.

Hamiş: Sergiye oldukça yoğun bir alaka var. Bu yüzden mümkün olduğunca erken saatlerde gitmenizi tavsiye ederim.

Perşembe, Nisan 05, 2007

Hasretin şairi, şairin hasreti

Hasret, gönül ateşinin membaı. Nâr'a hâr. Dil'e yara. Yâr'e varma yolunda mâni. Öyle mâni ki, sevdâ çölünde, aşılası en büyük engel. Aşk esiri gönülde memhur en derin his.
Cehennemde azap, gecede karanlık. Su vuslat olsa, oruçlar hep hasret'e.
Hasret ki, hicrin, firkatin, ayrılığın hulasası. Derd-i aşkın yekûnu.
Şairin dilinde hasret, hasretin ilinde şair. Hasretin şairi, şairin hasreti bir olur söyleşirler mısralarda:

Sen beni hasret beyâbânında dermansız kodun der Aşkî, bir türlü erişemediği vahaların seraba dönüştüğü sahrada. Hasret çöldür artık, vuslat su. Su ki sevgili. Dermansız kor âşık'ı.

Hasret düştüğü dem şairin gönlüne, ne söyleşir dil, ne tadı kalır ehl-i dil ile söyleşinin.

Gittin emmaki kodun hasret ile cânı bile
İstemem sensiz geçen sohbet-i yârânı bile
Neşati

Ki zaten sohbet dediğin de sevgiliyle yapılandır. Cennettir diğer ismi. Onsuzluk hasret, hasretin ateşiyse olsa olsa cehennemin ta kendisidir:

Cennet değil mi yâr sohbet dedikleri
Dûzah değil mi âteş-i hasret dedikleri
Nev'î

Asırlar geçer, hasretler geçmez. Sözler değişse de, sevenler de sevilenler de kalmasa eskisi gibi, hasretler değişmez. Yine şiire düşer hasret:

Cana hasret kaldı can / Suya hasret kaldı su
Cana hasret kaldı su / Suya hasret kaldı can.

İsmet Özel

Kimisi demirin bile dayanamadığından dem vurur, Hasretinden prangalar eskittim deyiverir. Nasihat eder kimisi:

Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın

Can Yücel

Bir diğeri çıkışır ay'a, deniz'e. Hep hasretten:

Katili oluyorum gecelerimin her yakamozda
Bir ay'ı kalaylıyorum bir denizi
Savuruyorum rüzgarlara vuslat dilekçemi
Yaşanmıyor hasretinle böyle bir başıma

Ahmet Nuri Köse


Meşhur olmak gerekmez, gönle hasret düştüyse. Her yürekte bir karşılığı vardır onun.

Ve hasılı:

Hasretin şiiri bitmez, şairin hasreti bitmedikçe.


Pazartesi, Nisan 02, 2007

Kırmızı Doçla Dondurma Safası

Bizim çocukluğumuzda bayramlar yaz tatiline denk gelirdi. Bu yüzden küçüklük bayramlarım ekseriyetle Samsum Çarşamba'daki bir çiftlikte geçmiştir.
Zamanında annemin babası birkaç akrabasıyla Rize'den buraya gelmiş, bir ağadan satın aldıkları büyük arazi üzerinde evlerini inşa etmişler. Zamanla Çarşamba halkı tarafından "Lazların Çiftliği" diye anılmaya başlamış burası.
Yaz tatili gelse de Yeşilırmağın çok yakınında bulunan bu şirin çiftliğe gidebilsek diye heyecanla beklerdik. İstanbul ve Ankara'dan gelenler ve çiftlikte yaşayan çocuklarla büyük bir kalabalık meydana getirdiğimizden, arkadaş ithaline gerek duymazdık. Zaten çiftlik, arazinin ortasında olduğundan, yabancı da pek girmezdi buraya.
Sabahtan akşama, akşamdan yatma saatine kadar envai çeşit oyun, binbir türlü koşuşturmacayla, iki ay su gibi gelip geçerdi.
Bayram günleri Çamlık adı verilen yerde kocaman salıncaklar kurulurdu. Bu salıncaklar büyükler içindi. Oturan kişi el yordamıyla değil, iki kişi tarafından tutulmuş kalın iplerle itilerek iyice havalandırılır, tam karşıdaki incir ağacının tepesine ayakları değene kadar sallanırdı.
Düştü düşecek korkusayla karışık bir heyecanla seyrederdik sallananları. Arada küçüklerden cesaretli olanları da sallarlardı ki, asla cesaret edemediğim birşey olarak içimde kalmıştır bu.
Çiftlik halkından birkaçı Çayeli'nin meşhur mesleği fırıncılıkla uğraşmaktaydı. Bu yüzden ekmek dağıtımında kullandıkları kırmızı bir doçları (dodge) vardı. Bu kamyon bayram sabahları ayrı bir önem arzetmekteydi bizim için.
Çünkü bayram demek, kırmızı doçla dondurma yemeye gitmek demekti aynı zamanda. Kocaman kasaya (tabi ki o zamanlar bize kocaman geliyordu) çiftliğin çocukları hep birlikte biner, 15 dklık mesafedeki ilçe merkezine giderdik. Kimse düşmesin diye kasanın tentesini örttükleri ve "sakın buraya yaklaşmayın" diye tembihlediklerinden, karanlıkta kalır, dışarıyı göremez, fakat bundan bir sürü eğlenceli oyunlar üreterek, çok zevkli olan bir yolculuk geçirirdik. E ne de olsa sonunda dondurma da var.
Tabi ki en büyük tezahüratımız "haydi yallah hop hop hop" diye diye bağırmaktı ki, eski Türk filmi seyredenler bu gibi kareleri de hatırlarlar.
Dondurmacıya ulaştığımızı, kamyon durduğunda anlardık. Sonra tente açılır ve teker teker külahlar dağıtılırdı. O an dondurmayı dağıtan kişi, dünyanın en iyi insanı oluverirdi.
Tabi ki haziran sıcağına, kapalı ortamın harareti de karışınca, dirseklerimize kadar akan dondurmayı, ağzımıza gözümüze bulaştırarak yemek, yine o an için dünyanın en büyük lezzetlerinden biri haline dönüşüverirdi.
Şimdi ne zaman kırmızı bir doç görsem, o güzel bayram günleri ve o harikulade dondurmalar gelir aklıma. Sanırım herkesin bu gibi hatıraları vardır. Birşeyleri görünce, duyunca veya kokusunu alınca aklına gelen, tebessüm ettiren. Özlenilen.
Son olarak şunu belirtmek istiyorum: Büyükler çocuklarını köylerine götürmeli, bazı şeyleri özlemelerini sağlamalı. Toz toprak, bitki, hayvan görmeli çocuklar. Ama hayvanat bahçelerinde veya korularda değil. Bizzat köylerde. Kendi köyünüz yoksa, bir tanıdığınızın köyünde iki üç gün kalıp, çocuğunuza o ortamı gösterin derim..
Hamiş: Bir de o kırmızı doçun fotoğrafını bulabilseydim. :)

Cuma, Mart 30, 2007

Geceniz Mübarek olsun..


Bu mübarek gecenin feyz ü bereketinden azami surette faydalanabilmemiz temennisiyle. Dualarınız müstecab, geceniz hayrolsun.

Mezar taşlarındaki medeniyet

Aslında bunu daha önce yazacaktım fakat fırsat bulamadım. Enes Reyhan'ın Gerçek Hayat dergisinde "Mezar Taşlarındaki Medeniyet" başlıklı bir makalesi yayımlandı. Oldukça güzel ve mevzuu anahatlarıyla anlatan bir yazı olmuş. Okumanızı tavsiye ediyorum. (tamamı şuraya bakabilirsiniz)
Makalede mezartaşlarıyla ilgili birkaç fotoğrafımı da kullanmış, bunun için de ayrıca teşekkür ediyorum kendisine.
İnşallah böyle güzel çalışmaların devamı temennisiyle..

Cumartesi, Mart 24, 2007

Kimdir bu herif ?

Günümüzde pekçok kelimenin kullanımı farklılık kazanmış durumda. Mesela daha önce de bahsettiğim gibi "efendi" kelimesi bir zamanlar ulema'ya hitap tarzıyken, şimdilerde kapıcılara, bakkallara seslenirken kullanmaktayız.
Yine benzer bir hitabımız da "herif" kelimesi. Sinirlendiğimizde veya bahsettiğimiz kişiyi küçüksemek maksadlı sarfeder olduğumuz herif'in aslı astarı nedir?
Kelime aslen Arapça olup, telaffuzu "harîf"tir (حريف). Elbette bu şekilde kullanımı zor olduğundan zamanla galatlaşmış ve herif haline dönüşmüş.
Hırfet kelimesinden gelmektedir ki, hırfet, "sanat, iş" demektir.
Lügat-i Naci herif'i şöyle tarif etmekte:
Bir sanatta, bir işte bulunan adamlardan her biri. Bir esnafın efradından her biri, diğerinin herifidir.
Yani kelime hem meslek erbabına, hem de meslekdaşa tekabul etmekte.
Yine aynı lügatte bir de cümle geçmekte:
"Sözde herif olmaz bana eğer olsa âlim."
Bu cümle bize, Ziya Paşa'nın "âyinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz" mısraını anımsatmakta.
Osmanlı sarayında ehl-i hıref isminde bir teşkilat bulunmakta idi. Çeşitli sanat erbabının bölükler halinde bulunduğu bu topluluk, savaşta asker, hazarda (barışta) yevmiyeli birer meslek grubuydu.
İçlerinde nakkaşlar, kuyumcular, mücellitler, katipler, müzehhipler, hattatlar, marangozlar... ve daha pekçok sanat ve zenaat ehli bulunmakta idi.
Ehl-i hiref teşkilatı, sarayın ve saray efradı tarafından yaptırılan her türlü yapının meydana getirilmesinde, tezyini, tadilinde aktif rol oynamaktaydı.
Cami ve sarayların yapımından, tezyinatı, halıların kumaşların dokunması, mücevher imali, kitap hazırlanmasına kadar pekçok sahada vazifeliydiler.
Sadece İstanbul'da değil, İstanbul dışında da çalışmalar yapan bu sanatçılar, aynı zamanda Türk-İslam sanatlarının ekolleriydi. Zaman zaman halk esnafıyla müşterek çalışmalara giren ehl-i hiref, Osmanlı sanatının ihyasında birinci derecede rol oynamışlardır.
İşte bizim "kimdir" dediğimiz herifler, bu heriflerdi.

Cuma, Mart 23, 2007

Yorum Sanat Yayınevi


Geçen haftasonu Yadigar-ı İstanbul Fotoğraf sergisinden dönerken, ablamın teklifiyle Yorum Sanat kitabevine uğradık. Sanat ağırlıklı olmak üzere, tarih kitaplarının da bulunduğu kitapçıda, peşin alımlarda %30 indirim uygulandığı gibi, daimi müşterilere çeşitli taksit imkanları da sunulmakta. Bu tür kitaplarla ilgilenenlerin mutlaka uğraması gereken bir yer diye düşünüyorum. Yolunuz düşerse, es geçmeyin derim.
Ayrıca Yadigar-ı İstanbul kitabı, İstanbul severlerin mutlaka alması gereken bir eser. Harikulade pekçok fotoğrafın yer aldığı kitabın bütün gelirleri bir vakfa bağışlanmış. Fiyatı da sabit 180 ytl. İnternetten taksitle de alabilirsiniz. Kaçırılmaması gereken bir arşiv eseri. Meraklısına..

Yorum Sanat Yayınevi:
Merkez: Atatürk Oto San. Sit. Nazmi Akbacı İş Merkz. No: 129 Maslak
Tel: 212-286 65 56 / 286 17 51
Şube: Barbaros Bulvarı no:13 Beşiktaş. (Barbaros bulvarınanın hemen girişinde solda.)
Tel: 212-259 91 92 / 260 71 68

Cumartesi, Mart 17, 2007

Onlara ölüler demeyiniz..


BİR YOLCUYA

Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın,
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın,
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.

Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda,
Gördüğüm bu tümsek, Anadolu’nda,
İstiklal uğrunda, namus yolunda,
Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.

Bu tümsek, koparken büyük zelzele,
Son vatan parçası geçerken ele,
Mehmed’in düşmanı boğuldu sele,
Mübarek kanını kattığı yerdir.

Düşün ki, hasrolan kan, kemik, etin
Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin,
Bir harbin sonunda, bütün milletin,
Hürriyet zevkini tattığı yerdir.

NECMETTİN HALİL ONAN

Çarşamba, Mart 14, 2007

Gönlümün elinden sana sığındım

Gönlümün elinden sana sığındım


Gönül aşk elinde deli divane
Odlara yandı özüm pür pervane
Seyyah oldum mihmaneyim cihane
Gönlümün elinden sana sığındım

Aşık Mevlevî

Cumartesi, Mart 10, 2007

Eski fotoğraflar

Şimdilerde elinizde makineyle sokakta gördüğünüz herhangi bir çocuğun fotoğrafını çekmek isteseniz, en mahir modellere taş çıkaracak derecede pozlar verir. Öyle zamanlarda, eski fotoğraflar gelir aklıma. Hani o nasıl duracağını şaşırmış, umumiyetle başkası tarafından yönlendirilmiş pozu eğreti ama bir o kadar da tabii duran insanların pozları.


"Modernizm, rol yapabilmeyi öğrenmektir." diye bir söz hatırlıyorum. Sanırım Cemil Meriç'e aitti. Rol yapmayı öğrenmeye başladık. Fotoğraflarımızda, istediğimiz şekle bürünebiliyoruz. Aynen normal hayatta, işimize geldiği gibi bakabilmeyi, davranabilmeyi öğrendiğimiz gibi.

Bugün bunları düşünürken, Sadrı Alışık'ın Ayla Algan'la oynadığı "Ah Güzel İstanbul" filminden bir kare gördüm. Öncelikle şunu ifade edeyim, bu filmi muhakkak seyretmelisiniz. Konusunun güzelliği yanında, eski İstanbul'a dair pekçok güzel görüntüyü bulabileceğiniz enfes bir film.
Gelelim sahneye:
Sadri Alışık, sokak fotoğrafçısıdır. İki asker İstanbul hatırası çekinmek üzere poz verirler. Bakışlarında yine o bahsettiğim şaşkınlık vardır. Fotoğrafçı:
-Tam böyle durun. Sakın hareket etmeyin. İşte istediğim poz bu. Bizim memlekette şaşkınlık yaraşır delikanlıya.
der ve ben bu söze biterim.
Şaşkın bakışlı delikanlılar (kız-erkek) istiyoruz efendim..

Perşembe, Mart 08, 2007

Site-yi hayret-bahşa-i acayibe


Reklamın iyisi kötüsü olmaz demişler. Ben bu siteyi gezerken çok eğlendim. Temaşa'ı, sazı, sözü eğlenceli. Fotoğrafa tıkla ve duhul eyle. :)

Pazar, Mart 04, 2007

İstanbul'daki Mühtedi Mabedler

Mühtedi, "hidayete ermiş olan" manasına gelip, eskiden, başka bir dinden dönüp, Müslüman olanlara "mühtedi" denilirdi.
Mühtedi mabetlerden kasıt ise, kilise iken camiye çevrilmiş ibadethanelerdir. İstanbul'da pekçok mühtedi mabed var. Bunlar:
- Ayasofya Camii - Hagia Sophia : Vakfiyelesinde "al-Cami al-kabir al-atik.." olarak geçer. Fatih Sultan Mehmed tarafından, fethin akabinde camie çevrilmiştir.
- Bodrum Camii - Mirelaioskls - Lâleli civarında olup, XV. asırda mühtedi olmuştur.
- Eski İmaret Camii - Pantepoptes - Fatih'te bulunan manastır, Fatih Sultan Mehmet tarafından camie çevrilmiştir.
- İmrahor Camii - Studion Prodmos - Samatya'da Altımermer civarındadır. XV. asırda cami ve medrese olarak kullanılmaya başlanmıştır.
- Kalenderhâne Camii - Akataliptos - Veznecilerde bulunan bu mabet, ilk olarak Fatih tarafından zaviye haline getirilmiş ve daha sonra cami olmuştur.
- Fenârî İsâ Camii - Lips Manastırı - Fenarizade Alaeddin Ali tarafından camiye çevrilmiştir.
- Kariye Camii - Khrestostes Khoras - 1511'de camiye olarak kullanılmaya başlanmıştır. Ancak şu anda müzedir.
- Kilise Mescidi (Molla Gürani Camii) - Hagios Theodosas - Vefa'dadır. Molla Gürani tarafından camiye çevrildiğinden, onun ismiyle de anılır.
- Koca Mustafa Paşa Camii - Andreas Kilisesi - II. Bayezid veziriazamlarından Koca Mustafa Paşa tarafından camie çevrilmiştir. İsmiyle anılan semtedir.
- Küçük Ayasofya - Hagioi Sergios ve Baldros - Sultanahmet'in alt tarafındadır. II. Bayezid zamanında Hüseyin Ağa tarafından camie çevrilmiştir.
- Zeyrek Kilise Camii - Khristos Pantokrator - Fatih tarafından cami haline getirilmiştir.

Yar-ı vefâ-perver

Bulmadım yâr-ı vefâ-perver gâm-ı hasret gibi

Ali Nihat Tarlan

Hasret derdi gibi vefalı yar bulamadım. Zira hasret, bir gönüle girdi mi kolay kolay ayrılmaz. Her an, her fırsatta kendini hissettirir. Ki yâr de böyledir aslında. Bir dem çıkmaz hatırdan. Yani ki hasret acısı, yâr'dan daha vefalı bir yâr'dır.

Cumartesi, Mart 03, 2007

İstanbul Semtleri - Sarıyer


Eski asırlarda Sarıyer boş arsalardan ve tepelerden ibâretti. Boğazın Rumeli Feneri burada bulunur ve öteleri Karadeniz sayılırdı. Bugünkü köy, fetihten sonra kurulmaya başlamış ve 17. asırda büyük bir semt halini almıştı. Sarıyer’in sâkinleri bağ ve bahçe işleriyle meşgul olan Anadolu Türkleriyle, balıkçılık, meyhanecilik ve gemicilik yapan Rumlardı.

Sarıyer, sularıyla ve bahçeleriyle meşhurdu. Boğaziçi’nin en kıymetli sularının toplandığı bu mıntakaya bilhassa yazları çok ziyâretçi gelirdi. Bu ziyâretlere işaret eden Evliyâ Çelebi (her sene İstanbul halkı bu şehirde sohbet ederler) demektedir.

Köye Sarıyer ismi bir rivâyete göre orada yatan (Sarıbaba) isimli bir zâta izâfetle, bir tahmine göre de yarlarının kızıl ve sarı renkte görünüşlerinden kinâye olarak verildiği ileri sürülmektedir. Evliyâ Çelebi burada vaktiyle bir altın madeninin bulunduğunu yazmaktadır. Sarıyer’de 19. asır sonlarında faaliyeti durdurulan bir bakır madeni ocağı da mevcuttu.

Haluk Şehsuvaroğlu, Asırlar Boyunca İstanbul

Mihman-hane

Mihman kelimesi Farsçadan dilimize girmiş olup "misafir" anlamına gelmekte. Misafir kelimesi de Arapçadan girmiştir ve aslı müsafir'dir. Fakat galatlaşmış ve bu hali almış.
Öztürkçede ise "Konug" kelimesi zamanla konuk oluvermiştir.
Konuk idinmek, misafir etmek; kondurmak, misafir kabul etmek anlamına geliyor.
Konak kelimesiyle misafirhane veya mihmanhane eşanlamlı kelimeler.

Divan şiirinde mihman, âşık'ın gönlüne gelen sevgilinin hayali veya gamı kederidir ki gönlün mihmanhanesinde ağırlanır. Ne şekilde gelirse gelsin, en güzel surette ağırlanması esastır.

İşte bu da benim leb-i derya konağım:



Dilde gam var şimdilik lûtf eyle gelme ey sürûr
Olamaz bir hânede mihmân mihmân üstüne
Râsih

Çarşamba, Şubat 28, 2007

Yadigar-ı İstanbul Fotoğraf Sergisi

Bilindiği üzere Sultan II. Abdülhamit Han, İstanbul'un onbinlerce fotoğrafını çektirterek albümler hazırlatmıştı. Bunlar tarihi belge olmalarının yanında, İstanbul'un güzelliğinin birer yadigarı idiler. Çeşitli Avrupa ülkelerine gönderilenler de oldu bu albümlerden. Maksat Osmanlının medeniyet seviyesini göstermekti.
Sanat tarihçisi hocamız Nurhan Atasoy, uzun yıllar emek vererek, Yıldız Sarayı arşivinde bulunan bu fotoğrafların indeksini hazırladı. Daha sonra bunların içersinden seçtikleriyle bir fotoğraf albümü meydana getirdi. Albümde 35 binden fazla fotoğraf yer almakta. Çalışmasıyla ilgili makaleyi okuyabilirsiniz.
"Yadigar-ı İstanbul" ismi verilen fotoğraf albümü, yarın açılacak olan bir sergi ile de tanıtılmış olacak.
Sergi Yıldız Sarayı Silahhane Binasında 17 marta kadar devam edecek. Meraklısına..

Salı, Şubat 27, 2007

Osmanlıca Blog Dersleri I

Birkaç arkadaşımın isteği üzerine, Osmanlıca blog derslerine başlamış bulunuyorum. "Herkes Osmanlıca bilmeli" şiarından yola çıkarak ufak adımlar atıyoruz.
Vira Bismillah :)

İlk dersimizde Arap harflerine ek olarak kullanılan, Osmanlıca'ya Farsçadan geçmiş olan harfleri öğreneceğiz.

Bu harfler:

پ - P (üç noktalı be harfi)
چ - Ç (üç noktalı cim harfi)
- J (üç noktalı rı harfi)

Bu üç harf Türkçeye girmiş Farsça kelimelerin yazımında kullanıldığı gibi "çalmak, çarpmak, paşa" gibi bazı türkçe kelimelerin yazılışında da kullanılmaktadır. Ama ekseriyetle bu üç harfin olduğu kelimeler ًFarsça kökenlidir. Biz bu bilgiyi edinmekle, pekçak kelimenin menşei hakkında da ipucu yakalamış oluyoruz. Misal:

پايه - Paye , پدر - Peder , پرهيز - Perhiz

چاره - Çare , چشمه - Çeşme , چمن - Çimen

ﮋاله - Jale , ﮋوليده - Jülide

Leyla ile Mecnun

Vakti olan arkadaşların Leyla ile Mecnun müzikaline gitmelerini tavsiye ediyorum.
Şehir Tiyatroları Harbiye Muhsin Ertuğrul sahnesinde gösterime giren oynun metin yazarı İskender Pala.
Bir doğu hikayesinin, batılı müzikler kullanılarak yeniden yorumlandığı müzikalin Mart ayı bilet satışları başladı bile.
Meraklısına..

Pazartesi, Şubat 26, 2007

Mesnevi'den


Gerçek olmayan gönüllerin, gerçek olmayan sözleri kabullenmesi


Adam, "hah" demiş, şimdi bu sözü, canla-başla kabullendim. "Doğru, eğrilere eğri görünür."
Bir şaşıya, "Ay birdir" dersen, "bir ay olduğundan şüphe var, işte iki tane" der sana.
Fakat biri, ona güler de "evet, iki tane" derse, bu sözü doğru bulur. Kötü huyun layığı bu.
Yalan, varır yalana katışır. "Pisler pislerindir" buyruğu ışıyıp durmadadır.
Gönlü geniş olanların elleri de geniştir. Körler, taşlık yerde elbette sürçerler, düşerler.

A. Gökpınarlı, Mesnevi Tercemesi ve Şerhi

Semt-i Beyoğlu

Arasıra İstanbul'un semt isimleri nereden geliyordu? Daha önceki isimleri neydi? .. Bunlarla ilgili kısa notlar yazacağız.

İlk semtimiz Beyoğlu.


Beyoğlu, Osmanlı zamanında Türkler tarafından kullanılan bir isimdi. Bu bölgeye gayr-ı müslimler Pera ismini vermekteydi. Esas olarak Galata ve Pera'nın tamamına birden "Beyoğlu" denilmekte. Fakat bu bölgenin sınırları değişiklik arz ediyor.
Cumhuriyetten önce Galata-Pera-Beyoğlu isimlerinin hepsi anılırken, daha sonra "Beyoğlu" resmiyet kazanmış.

Gelelim "Beyoğlu" ismi nereden gelir? sorusuna.

Bununla alakalı değişik rivayetler vardır. Sırasıyla yazalım:

1- Trabzon-Rum Devleti'ne mensup muhtedi (başka dinden iken Müslüman olan kişi, hidayete ermiş) Prens Aleksios Komninos bu bölgeye yerleştiğinden, yöre zamanla bu ismi almıştır.
2- Kanuni Sultan Süleyman'ın veziriazamı İbrahim Paşa'nın yakınlarından Lovigi Gritti'nin sarayı burada olduğundan. Gritti, Venedik elçisidir ve o dönemde bu elçilere "balyos" ismi verilmekteydi. Kendisine "beyoğlu" diye hitap edildiğinden bu bölge o isimle anıldı.
3- II. Selim devrinin nüfuslu yahudilerinden Frenk Bey Oğlu denilen Don Yasef Nassi'den dolayı.
4- Beyyolu kelimesinin galatlaşmış halidir.

Pazar, Şubat 25, 2007

Dermeyan-ı nazım-ı Vâsıf

Senin hâl-i ızârından nişân anberde kalmışdır
Benim sûz-ı derûnumdan eser micmerde kalmışdır

(Sevgili) senin yanağının duruşundan anber nişan (olarak) kalmıştır.
Benim yanan gönlümden eser (ise) micmer (buhurdan) kalmıştır.
Anber, görüntüsü itibariyle ben'e benzetilir. Yani sevgilinin yanağından insanlığa bir nişan olarak anber kalmıştır. Anber, nadir bulunan bir şeydir ki, balığın karnında oluşur. Kokusunun güzelliğinden başka, tıpta da kullanılmaktadır.
Buhurdan, içersinde tütsü yakılarak etrafa hoş kokular yayan bir nesnedir. Böylece şair, gönlünün yanmasından eser olarak insanlığa "buhurdan" kaldığını söylerken, anberle de bağlantı kurmuş.

Ararlar nüsha-i adli gezerler câbecâ ammâ
O nüsha var ise sandûk-ı İskender'de kalmışdır

Pekçok yerleri gezerler adalet sayfasını ararlara ama
O sayfa var ise İskender'in sandığında kalmıştır.
İskender de dünyayı gezmiş, fakat adaletin, şecaatin timsali olmuştur. Eğer adalet denilen bir nesne kaldıysa, o da İskender'in hazineleri arasında bir defineye dönüşmüştür.

Denîler bozdular bikr-i nizâm-ı âlemi şimdi
Nizâm ancak efendi sûret-i defterde kalmıştır.

Soysuzlar bozulmamış alemin nizamını bozdular, şimdi
efendi, nizam ancak defter üstünde kalmıştır.
"efendi" diye hitap ettiği kişi, sancaklarda veya merkezde, hukuki meselelerle ilgilenen, davalara bakan kadılar veya ulemaya mensup kişidir. Gün görmüş, mürekkep yalamış, devlet kademesinde de görev alan kişilerdir. Yani alelade bir ademoğlu değildir.
Şair, nizam denilen şeyin, kanunların yazıldığı defterlerde kaldığını, görünüşten ibaret olduğunu dile getirirken, adlî muemelatın da bozulduğuna işaret etmiştir. Bir önceki beyitteki "soysuzlar"la bağlantı kuracak olursak, devlet nizamını, yine soysuz devlet adamlarının bozduğu atfında bulunulmuş.

Müheyyâ bezm-i işret bir kadehle al elim sâkî
Benimle yâr beyninde heman bir perde kalmıştır

Bir kadehle hazırlanan içki meclisini dağıt sâkî (içki sunan kişi)
Sevgilimle aramda sadece bir perde kalmıştır
Şaraptan bir kadeh içince, sevgiliyle aramdaki bütün perdeler kalktı. Bu aşıklar meclisini dağıt ki saki, o son perde kalkacakken kimse kalmasın yanımızda.
Yani şair, sevgilisinin mahremiyetine de sahip çıkıyor.

N'ola hayrân olursam rûz u şeb âyine-veş Vâsıf
Hayâl-i akl u fikrim sûret-i dilberde kalmışdır

Ne olurdu ayna gibi hayran olursam gece ve gündüz Vasıf
Akıl ve fikrimin hayali sevgilinin güzelliğinde kalmıştır
Ayna, sevgilinin saçını taradığı, kendisine seyrettiği bir cisimdir. Ve yine o ayna, sevgilinin güzelliğine hayran kalır. Ayrıca aynanın arka yüzü karanlıktır. Böylece iki yanı gece ve gündüze teşbih edilir ki, gece ve gündüz sevgiliyi hayranlıkla seyreden de aynadır. Şair, bu mısrayla aynaya öykünmüş. Onun gibi olabilmek istemiş.
Zira aklı da fikri de sevgilinin suretinde kalmıştır. Bu son beyitle şair, üstte bahsettiği olumsuzluklara rağmen, kendinin ne alemde olduğunu da izhar etmiş oluyor.
Yani onca dert varken, onun âşık gönlü tek birşey ile efkarlanmaktadır.

Şair Vâsıf, "Enderunlu Vasıf" olarak bilinir. III. Selim döneminde yaşamış ve hicivleri yüzünden başı derde girmiş bir şairdir.
Şiirinde geçen "nizam-ı alem" tamlamasının, "Nizam-ı cedid"e benzerliği tesadüf olmasa gerek.
Bu dönemde Sultan Selim, devlet adamlarına layihalar hazırlatmıştır ki, bunlar nizamname hükmünde olan ıslahat projeleridir. Devletin hangi hususlarda inkıraza uğradığı ve bununla ilgili neler yapılabilir'in "nüsha"ları idi bu layihalar.
Şiirin içersinde geçen, "soysuzlar, efendi, nüsha-i adl, suret-i defter" gibi kelimeler, hep kendi devri içersinde gelişen hadiselere atıflar şeklindedir.
Vasıf, divan şiirinde mahallileşme ekolünün bir devamı olan şiirlerinde, diğer divan şairlerine nazaran daha kaba ve alaycı tavrıyla dikkati çeker. Üstteki şiirinde de aynı havayı görmek mümkün. Sevgiliyle başladığı şiire hicivler sıkıştırıp, yine sevgiliyle bitirip "adam sendeci" tavrına geri dönmeyi ihmal etmemiş bir şair. Zaman zaman edep sınırlarını zorlayan şiirleri de olmuş. Taklitten sakınmamış, çizilen sınırların dışına taşmış, ama bütün bu yönleriyle orjinal olmayı başarmıştır.
Divan şiirinin, dünyevi mesajlardan çok ruha-gönle hitap eden fonksiyonundan çıkıp, biraz daha kendi devrinin sorunlarıyla ilgilenen bir hale bürünmesinde kerte olduğunu söyleyebiliriz ki genellikle edebiyatçılarca, edebi yönü ağır eleştirilere mâruz bırakılıp, bu yönünden fazla bahsedilmez.
Zaten ondan sonra Namık Kemaller, Ziya Paşalar gelecektir.